Yaratıcı Bir Çocuk Yetiştirmek İstiyorsanız, Geri Çekilin!

İki yaşında okumayı öğreniyorlar, dört yaşındayken Bach çalıyorlar; altı yaşındayken matematik
hesapları yapıyor, sekiz yaşındayken yabancı dilleri akıcı bir şekilde konuşabiliyorlar. Sınıf
arkadaşları kıskançlıktan çatlarken, anne babaları kendilerini piyangodan büyük ikramiye
kazanmış gibi hissediyor. Ama bu çocukların kariyerleri büyük ses getireceğine hafif bir iç
çekişle sonlanıyor.
Amerika’nın, bilimde en yetenekli lise öğrencilerine verilen en prestijli ödülü Westinghouse
Science Talent Search Ödülü, ilk olarak 1942’de verilmeye başladı. 1994 yılına kadar yaşının
ötesinde gelişim göstermiş başarılı iki binden fazla genç yarışmada aday gösterildi. Ancak bu
adayların sadece yüzde biri, Ulusal Bilimler Akademisi’ne girebildi; sadece sekizi Nobel ödülü
kazandı. Teorik fizik alanında çığır açan bir Lisa Randall’a karşılık onlarca öğrenci
kendilerinden bekleneni veremedi.
Harika çocuklar çok ender olarak dünyayı değiştiren dâhilere dönüşüyorlar. Onların toplum
içinde işe yarayabilmelerini sağlayacak sosyal ve duygusal becerilerden yoksun olduklarını var
sayıyoruz. Ancak, verilere baktığımızda bu açıklama yetersiz kalıyor: Yetenekli çocukların
dörtte birinden daha azının sosyal ve duygusal problemleri var. Büyük bir çoğunluğu son derece
uyumlu çocuklar; bir partide de en az bir heceleme yarışmasında oldukları kadar rahat ve
başarılılar.
Bu çocuklar, özgün olmayı öğrenmedikleri için geri kalıyorlar. Her zaman ebeveynleri
tarafından onaylanmak ve öğretmenlerinin hayranlığını kazanmak için çaba harcıyorlar. Bunun
sonucunda Carnegie Hall’da sahneye çıkıyorlar, satranç şampiyonu oluyorlar ama beklenmedik
bir şeyle karşılaşıyorlar: Pratik yaparak mükemmele ulaşılabilir ama bu ortaya yeni bir şey
çıkarmaz.
Yetenekli çocuklar Mozart’ın eserlerini muhteşem bir şekilde çalabilirler ama çok ender olarak
kendi özgün bestelerini yaparlar. Bütün enerjilerini mevcut bilimsel bilgilere harcar, yeni
anlayışlar geliştirmezler. Kendi kurallarını icat etmektense, kodlanmış kurallar çerçevesinde
hareket ederler. Araştırmalar, yaratıcı çocukların çoğu zaman öğretmenlerinin gözbebeği
olduklarını ve bu yüzden de özgün fikirlerini kendilerine saklamayı öğrendiklerini gösteriyor.
Eleştirmen William Deresiewicz’in ifadesiyle, bu öğrenciler mükemmel birer koyun oluyorlar.
Harika çocukların çoğu, yetişkinliklerinde, kendi alanlarında uzman oluyorlar, bulundukları
organizasyonlarda lider konumuna yükseliyorlar. Psikolog Ellen Winner, “yetenekli çocukların
sadece çok küçük bir kısmı çığır açan, yaratıcı yetişkinlere dönüşebiliyor” diyor. “Ve bunu
ancak, bir alanı yeniden var eden bir yetişkine acılı bir şekilde dönüşerek başarabiliyorlar.”
Harika çocukların çoğu bu atılımı yapamıyor; olağandışı yeteneklerini, sorun çıkarmadan,
işlerinde parlamak için kullanıyorlar. Yolunda gitmeyen tıp sistemini düzeltmek için mücadele
etmeden hastalarını iyileştiren doktorlar ya da müvekkillerini adil olmayan cezalara karşı
savunan ama yasaları değiştirmeye uğraşmayan avukatlar oluyorlar.
O halde, yaratıcı bir çocuk yetiştirmek için ne yapmak gerekiyor? Çocukları, eğitim sisteminde
en yaratıcı ilk yüzde beşe giren aileler ile çocukları herhangi olağandışı yaratıcılığa sahip
olmayan aileleri karşılaştıran bir araştırma yapıldı. Sıradan çocukların ailelerinin, çocuklarının
ders çalışma ve yatağa gitme saatlerinin belli olması gibi ortalama altı kuralı bulunuyordu.
Yaratıcı çocukların ailelerinin ise ortalama kural sayısı birden azdı.
Yaratıcılığın beslenmesi zor olabilir ama kösteklenmesi çok kolaydır. Ebeveynler kuralları
sınırlayarak çocuklarını kendileri adına düşünmeye yüreklendiriyorlardı. Harvard’da psikolog
olan Teresa Amabile, bu ailelerin, “belli kurallar koymaktansa ahlâki değerlere vurgu
yaptıklarını” söylüyor.
Öyle bile olsa, bu ebeveynler kendi değerlerini çocuklarına zorla dayatmıyorlardı. Amerika’nın
en yaratıcı mimarlarını, çok becerikli ama özgünlüğü olmayan akranlarıyla karşılaştıran
psikologlar, yaratıcı mimarların ailelerinin özel bir yanı olduğunu ortaya çıkarmışlardı: Bu
ailelerde, “Kişinin kendi etik değerlerini geliştirmesine vurgu yapılıyordu.”
Evet, bu ebeveynler çocuklarını mükemmel ve başarılı olmaları için yüreklendiriyorlardı ama
aynı zamanda onların “işlerini zevkle yapmalarını” istiyorlardı. Çocukları kendi değerlerini
bulup ortaya çıkaracak ve kendi ilgi alanlarını keşfedecek kadar özgürlerdi. Bu da onların
yaratıcı yetişkinler olmasını sağlıyordu.
Psikolog Benjamin Bloom, dünya çapındaki müzisyenlerin, sanatçıların, atletlerin ve bilim
adamlarının çocukluk yıllarını araştırdığında, hiçbirinin ebeveynlerinin süperstar çocuklar
yetiştirmeyi hayal etmediğini görmüştü. Bu ebeveynler asker ya da köle çalıştırıyormuş gibi
davranmıyorlar, sadece çocuklarının içinden gelen motivasyona göre hareket ediyorlardı.
Çocukları belli bir alana ilgi ve heves gösterdiğinde, onu destekliyorlardı.
En ünlü konser piyanistlerinin, yürümeye başlar başlamaz çok iyi hocaları olmamıştı; ilk
derslerini yakınlarındaki bir hocadan almışlar, keyifle öğrenmişlerdi. Mozart daha müzik
dersleri almaya başlamadan çok önce müzikle ilgiliydi. Mary Lou Williams piyano çalmayı
kendi kendine öğrenmişti; Izthak Perlman müzik okuluna kabul edilmeyince kendi kendine
keman çalışmaya başlamıştı.
En iyi atletler bile başlangıçta akranlarından daha iyi değillerdi. Dr. Bloom’un ekibinin
dünyanın en iyi ilk on tenisçisiyle yaptığı görüşmelerden, Jerry Seinfeld’ın da dediği gibi,
hiçbirisinin annelerinin karnında şınav çekmeye başlamadığı anlaşılmıştı. Bu tenisçilerin çok
azı, Andre Agassi gibi kusursuz oynayabilmek için ağır bir baskıyla yüzleşmişti. Tenis
yıldızlarının büyük bir çoğunluğu ilk koçlarının tenisi onlar için eğlenceli hale getirdiğini
hatırlıyorlardı.
Malcolm Gladwell’in, başarının bilinçli alıştırma yaparak geçirdiğimiz zamana bağlı olduğunu
ileri süren “10.000 saat kuralını” yaygınlaştırmasından beri, belli bir alana ya da kişiye göre
uzman olmak için ne kadar saat çalışmak gerektiği konusu tartışılıyor. Bu tartışılırken en az bu
kadar önemli iki soru atlanıyor.
Birincisi, yaptığımız alıştırmalar aynı zamanda bizim çalışma alanımızı geliştirme
yollarını görmemize engel olabilir mi? Araştırmalar, alıştırma yaptıkça etrafımızı o kadar
kuşattığımızı, alışıldık düşünce biçimlerine hapsolduğumuzu gösteriyor. Usta briç
oyuncuları, değişen kurallara uyum sağlamakta acemi oyunculara göre daha çok
zorlanıyorlar; uzman muhasebeciler, yeni bir vergi yasasını uygulamakta acemi
muhasebeciler kadar başarılı olamıyorlar.
İkincisi, insanları binlerce saat alıştırmaya motive eden şey nedir? Bu sorunun en
güvenilir cevabı, doğal merak yoluyla keşfedilen ve bir ya da birçok etkinlikle en başlarda
keyifle yaşanarak beslenen tutkudur.
Bulgular, yaratıcı olmamızın bilgimizin ve deneyimimizin sadece derinliğine değil,
genişliğine de bağlı olduğunu gösteriyor. Modada, en özgün koleksiyonları, dışarıda en
çok zaman geçiren modacılar üretiyor. Bilimde, Nobel Ödülü kazanmada tek amaçlı bir
deha olmaktansa pek çok şeyle ilgilenmek önemli oluyor. Nobel Ödülü kazanan bilim
insanları, sıradan bilim insanlarına göre yirmi iki kat daha fazla oyuncu, dansçı ya da
sihirbazlar; on iki kat daha fazla şiir, tiyatro oyunu ve roman yazıyorlar; yedi kat daha
fazla sanat ya da zanaat işleriyle ilgililer; iki kat daha fazla bir enstrüman çalıyor ya da
beste yapıyorlar.
Kimse bu parlak bilim insanlarını sanatsal hobiler edinmeleri için zorlamıyor. Bu sadece
onların duydukları merakın bir yansıması. Bazen bu merak onların kafalarında şimşekler
çakmasını sağlıyor. “Görelilik kuramı sezgisel olarak geldi aklıma, bu sezginin
arkasındaki itici güç ise müzikti” diyor Albert Einstein. Annesi onu beş yaşındayken
keman derslerine başlatmıştı ama keman ilgisini çekmemişti. Müzik sevgisi ancak ergenlik
yaşlarında, müzik dersi almayı bıraktıktan ve Mozart’ın sonatlarıyla tanıştıktan sonra
ortaya çıkmıştı. “Sevgi, görev bilincinden daha iyi bir öğretmendir” diyordu.
Yani, bir çocuğu yaratıcı olması için programlayamazsınız. Belli bir başarı elde etmek için
uğraşmayı deneyebilirsiniz ama bunun sonucunda en iyi ihtimalle sadece hırslı bir robot elde
etmiş olursunuz. Çocuklarınızın dünyaya özgün fikirler kazandırmasını istiyorsanız, onları sizin
değil, kendi tutkularının peşinden gitmeleri için rahat bırakmanız gerekiyor.
Kaynak: http://www.nytimes.com/2016/01/31/opinion/sunday/how-to-raise-a-creativechild-step-one-back-off.html?_r=0

Eski Bir Dekan Anlatıyor: Helikopter Ebeveynlik Bir Jenerasyonu Nasıl Mahvediyor?

 

Julie Lythcott-Haims, Amerika’daki Stanford Üniversitesi’nde dekanlık yaptığı 10 yıllık süreçte
çok rahatsız edici bir eğilimin farkına vardı. Gelen öğrenciler kâğıt üzerinde çok parlak ve çok
başarılı ve neredeyse kusursuzlardı. Ancak her geçen yıl, giderek daha fazla sayıda öğrenci
kendi kendine bakmak konusunda zorluklar yaşıyordu.
Aynı zamanda ebeveynler, çocuklarının hayatına giderek daha fazla dahil oluyorlardı. Gün
içinde çocuklarıyla daha sık telefonda konuşuyor ve ne zaman zor bir şey olsa kişisel olarak
müdahale etmek için baskın yapıyorlardı.
Lythcott-Haims, dünyanın en prestijli üniversitelerinden birinde dekan olarak görev yaparken,
varlıklı kesimlerden gelen annelerin ve babaların aslında çocuklarının önündeki bir engel
olduğunu düşünmeye başladı. Bunu, çocuklarının başarılı olmaları için çok fazla çabalayarak ve
onları hayal kırıklığı, başarısızlık, hata ve zorluklardan korumak için özenle çalışarak
yapıyorlardı.
Bu tür bir “aşırı yardım” çocukların üniversiteye girişleri için etkileyici özgeçmişler
oluşturmalarına yardımcı olabilir belki ama aynı zamanda kim olduklarını, neyi sevdiklerini ve
dünyada yollarını nasıl bulacaklarını anlama şanslarını da ellerinden alır.
“Her önemli adımlarında çocuklarımıza “çobanlık” yaparak ve onları her tür hatadan ve
üzüntüden koruyarak yaptığımız şeyin adı onlara yardım etmek. Yardım etmeyi çok istiyoruz
gerçekten. Ancak aşırı yardım zarara yol açıyor” diyor eski dekan. “Bu, genç insanları
kendilerini tanımaları ve hayatlarını şekillendirip sürdürebilmeleri için ihtiyaçları olan beceri,
istek ve karakterin gücünden yoksun bırakabilir.” “Ben bir ebeveyn uzmanı değilim. İnsanların
gelişimi çok ilgimi çekiyor ve bence aşırı korumacı ebeveynlik bu gelişimin yolunu tıkıyor”
diye devam ediyor Lythcott-Haims.
Ülkedeki genç insanlar arasında görülen depresyon ve diğer zihinsel ve duygusal sağlık
problemlerindeki artış hakkındaki istatistikler oldukça dikkat çekici. Eski dekan bu etkileri
yakından görme şansını da yakalamış: Geçtiğimiz yıl bir dizi intiharın görüldüğü bir bölgede
yaşayan Lythcott-Haims, genç insanların karşı karşıya oldukları baskıyı kökünden çözmek için
ebeveynlerin neler yapabileceği üzerine uzun uzun kafa yormuş.
Bu sürecin ardından yazdığı kitabında Lythcott-Haims, aşırı müdahaleci annelerin ve babaların
hikâyelerini anlatıyor ve genç insanlar arasında yükselen depresyon ve diğer zihin sağlığı
sorunları hakkındaki istatistikleri paylaşıyor. Çıktığı kitap turuyla pek çok okulda ebeveynlerle
konuşma şansı bulan eski dekan, hem kendilerini hem de çocuklarını perişan eden helikopter
ebeveynlerin olduğu topluluklarda değişim yaratmayı umut ediyor. “Bir ebeveyn olarak işimiz
kendimizi bir işin dışında tutmak” diyor Lythcott-Haims. “Çocuklarımızın her sabah uyanmak
ve kendilerine iyi bakmak için gerekli olan her şeye sahip olduklarını bilmemiz gerekiyor.”
Peki, siz bir helikopter ebeveyn misiniz? İşte eski dekan Lythcott-Haims’in testinden birkaç
örnek:
1. Kullandığınız dile dikkat edin. “Eğer oğlunuzdan ya da kızınızdan, ‘Biz futbol takımındayız’
cümlesinde olduğu gibi ‘biz’ diye bahsediyorsanız, bu, çocuğunuzla sağlıksız bir şekilde iç içe
olduğunuzun kanıtıdır” diyor Lythcott-Haims.
2. Çocuğunuzun hayatındaki yetişkinlerle etkileşiminizi gözden geçirin. “Eğer öğretmenlerle
ve müdürlerle ve koçlarla sürekli kavga ediyorsanız, bu kendinizi biraz fazla dahil ettiğinizin bir
göstergesidir. Tüm tartışmaları biz yaptığımızda, çocuklarımıza kendi haklarını savunmayı
öğretmiyor oluyoruz” diyor eski dekan.
3. Ödevlerini yapmayı bırakın. Yeterince açık bir madde.
Peki, ebeveynler çocuklarının kendi kendine yeten insanlar olmalarını nasıl sağlayabilir?
“Onlara gerçek hayatta ihtiyaç duyacakları becerileri öğretin ve bu becerileri kendi başlarına
uygulamaları için onlara yeterli alanı ve özgürlüğü verin” diyor Lythcott-Haims. Ve onlara
günlük ev işleri yaptırın. “Günlük ev işleri yaşam becerilerini geliştirir ve iş ahlakı kazandırır”
diyor eski dekan.
Kaynak: https://www.washingtonpost.com/news/education/wp/2015/10/16/formerstanford-dean-explains-why-helicopter-parenting-is-ruining-a-generation-ofchildren/?tid=pm_local_pop_b

Duygularını Kendi Yönetebilen Çocuklar Yetiştirmek

Bir çocuğun mutsuz olmasına dayanmak zordur. Çocuk evcil hayvanı öldüğü ya da balonu
patladığı için ağlıyor olabilir, biz güdüsel olarak onun hemen kendisini iyi hissetmesini
sağlamak isteriz.
“Duygusal Çeviklik” kitabının yazarı psikolog Susan David, pek çok anne babanın böyle
davranarak hataya düştüğünü söylüyor. Bir çocuğa üzüntüsünü unutturmak, ebeveyni ve çocuğu
geçici olarak rahatlatır ama çocuğa uzun vadede bir şey kazandırmaz.
David, “Çocukların duygusal dünyalarında nasıl hareket ettikleri, onların yaşam boyu
başarılarında önemli rol oynar” diyor.
Araştırmalar, öğretmenlerinin yardımıyla sınıftaki duygularını idare etmeyi öğrenen okul öncesi
çocukların, duygusal bir durumla karşılaştıklarında daha iyi problem çözücü olduklarını ve
göreve dayalı öğrenmelere daha iyi katıldıklarını gösteriyor. Ergenlerde ise “duygusal zekâ” ya
da duyguları ayırt edip yönetebilme becerisi, stresli durumlarla giderek daha iyi başa çıkabilme
ve kendine güven duygusunun güçlenmesiyle ilişkilendiriliyor. Bazı araştırma sonuçları,
duygusal zekâ yoksunluğunun depresyon ve kaygıların belirlenmesinde kullanılabileceğini
ortaya koyuyor.
Dr. David, duygusal becerilerin, sebat ve dayanıklılık gibi meziyetlerin temeli olduğunu
söylüyor. Ancak anne babalar çocuklarının olumsuz bir duyguyu tam olarak yaşamasına izin
vermek yerine, Dr. David’in “duygusal helikopterlik” olarak tanımladığı şekilde davranıyorlar.
“Basmakalıp laflarımız, tavsiyelerimiz ve fikirlerimizle çocuğun duygusal alanına giriyoruz”
diyor Dr. David. “Çocuğun hissettiği duyguyu ya da problemin altında yatan problemi
önemsizleştirip hemen çözüm için harekete geçerek aslında çocuğun sorunla kendi kendisine
başa çıkmayı öğrenmesini zorlaştırmış oluyoruz.”
Dr. David bir çocuğun olumsuz bir duygunun üstüne gidip, yoluna devam etmesini sağlamak
için dört pratik adım öneriyor: Hisset, belli et, tanımla, bırak gitsin.
Hisset: Duyguları hissetmek basit bir şeymiş gibi görünse de pek çok aile olumsuz duyguları
uzaklaştırmaya yoğunlaşıyor. Dr. David, “Çocuğa; üzülme, öfkelenme, kıskanma, bencillik
etme’ dediğimizde çocuğumuzu hissettiği duygunun gerçekliği içinde göremiyoruz demektir”
diyor. “Çocuğunuzu kendi duygusal dünyası olan duyarlı bir birey olarak görün.”
Belli et: Dr. David, benzer şekilde pek çok ailenin duygularla ilgili olarak “belli etme” kuralları
olduğunu söylüyor. Buna göre bazı duygular belli edilebiliyor, bazılarının saklanması gerekiyor.
“Hep ‘erkekler ağlamaz’, ‘burada öfkelenmiyoruz’ ya da ‘boş ver’ gibi ifadeler kullanıyoruz.
Bunu ebette iyi niyetle yapıyoruz ama aslında duygulardan korkulması gerektiğini öğretiyoruz.”
Tanımla: Dr. David, duyguları tanımlamanın çocuklar için önemli bir beceri olduğunu
belirtiyor. “Stres, öfke ya da hayal kırıklığını birbirlerinden ayırabilmemiz gerekir. Çok küçük
çocuklar bile kızgın mı yoksa üzgün mü olduklarını ya da öfkeliler mi, kaygılılar mı yoksa
korkuyorlar mı, ayırt edebilirler. Onlara ‘Sence falan kişi ya da şey kendisini nasıl hissediyor?
Yüzlerindeki ifadeden ne anlıyorsun?’ gibi sorular sorun.”
Çocuklar büyüdükçe onlarla duygusal karmaşıklıklar hakkında daha fazla konuşulabilir. “Aynı
anda heyecanlanıp, kaygı ve yılgınlık hissedebiliriz. Bunun aynı zamanda başka insanlar için de
geçerli olduğunu anlamamız gerekir.”
Bırak gitsin: En zor duygular bile sonsuza dek sürmez. Dr. David çocuğunuzun bunu fark
etmesini sağlamanızı öneriyor. “Üzüntü, öfke, yılgınlık gibi duyguların bir değeri vardır ama
zamanla geçerler de. Duygular geçicidir, biz onlardan daha güçlüyüzdür. Onlara, ‘Üzülmek işte
böyle bir şeydir. Geçtikten sonra kendini ondan daha güçlü hissedersin. Ben de atlatmak için
böyle yapmıştım’ demeyi deneyin.”
Çocuklarımıza, her deneyim karşısında aynı şeyi hissetmeyebileceğimizi akıllarında tutmalarını
söyleyerek de yardımcı olabiliriz. Bir duyguyla ilk kez karşılaşmak en korkutucusudur. Bir parti
de ya da bir fen dersinde biraz kaygı duyabiliriz ama bir sonrakinde daha farklı bir deneyim
yaşarız.
“Duygular üzerine hikâyeler yaratmakta üstümüze yok” diyor Dr. David. “Hemen ‘Kolay kolay
arkadaş edinemem, matematikten anlamam’ deyiveririz. Bunlar duygularımızı ya da
kaygılarımızı ifade ediyor, sabit durumları değil. İnsanlar ve şeyler değişir.”
Dr. David son olarak, çocuğunuzun o duyguyu yeniden tecrübe etmeyi planlamasına yardımcı
olmanızı öneriyor. “Ona, ‘Bu durumda ne olmasını istersin? Sence burada önemli olan nedir?’
diye sorun.” Çocuklar önemli olanın ne hissettikleri değil, bu hissettikleri şeye nasıl tepki
verdikleri olduğunu öğrenince kendilerini daha güçlü hissederler.
Kaynak: http://www.nytimes.com/2016/10/04/well/family/teaching-your-child-emotionalagility.html

Ebeveynler Ve Öğretmenler İçe Dönük Çocukların ‘Sessiz Gücünü’ Nasıl Destekleyebilir?

Susan Cain, 2012 yılında Sessiz: Konuşmadan Duramayan Bir Dünyada İçe Dönüklerin Gücü isimli kitabını yazdığında büyük bir başarı kazandı. Kitap, Time dergisine kapak oldu, New York Times’ın çok satan kitaplar listesinde haftalarca kaldı ve en çok izlenen TED konuşmalarından birine konu olarak 13 milyon izleyiciye ulaştı.

Bu büyük ilgiden, Cain’in kurduğu, içe dönükler için ve içe dönükler hakkında içerik üreten The Quiet Revolution (Sessiz Devrim) doğdu. Bu internet sitesi, ebeveynler için online eğitimler veriyor ve içe dönükler tarafından kaleme alınan hikayelere yer veriyor.

Susan Cain’e göre çocuklar bu konunun tam kalbinde ve merkezinde yer alıyor.

“İçe dönükler genellikle gerçekten şaşırtıcı, yetenekli, becerikli, sevgi dolu çocuklar ve maalesef kendilerinde bir sorun varmış gibi hissediyorlar. Bizim misyonumuz, gelecek nesildeki çocukların da bu duyguyu hissederek büyümemesini sağlamak.”

Sessiz Güç: İçe Dönüklerin Gizli Güçleri isimli son kitabında bu kez ergen içe dönüklerle ilgili mesajlar veriyor Cain. Kitap gençler için olduğu kadar anne babalar ve öğretmenler için de bir rehber kitap niteliğinde.

Susan Cain ile, içe dönükleri desteklemeye ve onlara öğretmenlik yapmaya dair tavsiyelerini konuştuk.

İçe dönük bir çocuk olmak ne demek?

İçe dönük olmak, bir çocuk için de bir yetişkin için olduğundan daha farklı değil. Kendini en iyi ve en canlı, daha sessiz ve sakin ortamlarda hisseden insan olmaktan bahsediyoruz. Ve bunun kökeni içe dönükler ve dışa dönükler arasındaki bir nörobiyolojik farklılıklara dayanıyor. Yani farklı sinir sistemlerine. İçe dönüklerin, etraflarında olup biten her şeye daha fazla tepki veren bir sinir sistemleri vardır. Bu, etraflarında daha az şey olup bittiğinde kendilerini “en iyi” durumda hissediyorlar anlamına geliyor. Dışa dönüklerin ise daha az tepki veren bir sinir sistemleri vardır. Bu da, etraflarında yeterince fazla şey yoksa kendilerini “en iyi” durumda hissetmiyorlar anlamına geliyor. Bu yüzden, bu farklı davranış tercihlerini görüyoruz. İçe dönük bir çocuk sessizlik içinde resim yapmayı ya da en sevdikleri sporu bir ya da iki çocukla yapmayı tercih ederler. Daha dışa dönük bir çocuk ise büyük bir grubun ve büyük ve sesli bir doğum günü partisinin parçası olmayı tercih eder. Bütün bu hareketlilikten rahatsız olmak bir yana ondan gerçekten zevk alırlar.

Peki, içe dönük olmak utangaçlıktan farklı bir şey mi?

Evet, farklı. Utangaçlık daha çok başkaları tarafından yargılanma korkusu ile ilgilidir. Bilinçli bir haldir, insanların size bakmasını istememek, hemen ve kolayca utanmaktır. Bunlar utangaç bir çocuğun sahip olduğu duygulardır. Ve pratikte, içe dönük çocukların bir kısmı utangaçtır aynı zamanda, ama bir çoğu da değildir. Oldukça dışa dönük olup ama aynı zamanda utangaç olan bazı çocuklar da vardır. Utangaçlıklarını yener yenmez, onları büyük bir grubun tam ortasında görebilirsiniz. Bu yüzden çocuklarla çalışırken içlerinde gerçekten ne olup bittiğini anlamanız çok önemlidir. Böylece doğru şeye doğru tepkiyi verdiğinizden emin olursunuz.

Biraz da okullardan bahsedelim… Onlar nerede devreye giriyor?

Biliyorsunuz, okulların çoğu bu tür çocuklarla çalışırken, bir şeyleri nasıl daha iyi yapabileceklerine dair bilgiye gerçekten açtırlar.

İyi sorular da sorarlar: Sınıf katılımı hakkında düşünmenin en doğru yolu hangisi? Eğitim kültürümüzde aşırı fazla mı değerlendirme var? Sürekli parmak kaldıran insanlara fazla değer biçiyoruz. Bu neden önemli? Katılımın niteliğine oranla niceliğine daha mı fazla değer veriyoruz? Sınıf katılımı hakkında daha farklı düşünmenin yolları var mı? Sessiz Devrim olarak okulları şuna teşvik ediyoruz: Sınıf katılımı yerine sınıfın ilgisine odaklanın. Bir çocuğun dersteki konularla ve sınıf arkadaşlarıyla nasıl ilgilendiğine bakarken daha bütünsel bir yol izleyin.

Kitapta en sevdiğim anekdotlardan birisi de, öğretmenin cevap vermeden önce öğrencilerinden bir dakika düşünmelerini istemesi oldu. Bunun gibi öğretmenlere yönelik başka önerileriniz var mı?

Bunlardan bir tanesi, pek çok öğretmenin zaten aşina olduğunu düşündüğüm ama farklı öğrenci popülasyonundaki gücünün tam olarak farkında olmadıkları düşün/eşleş/paylaş tekniği. Bu teknikte öğretmen öğrencilere bir soru sorar; onlardan sorunun cevabını düşünmelerini ister. Kendi düşündükleri hakkında konuşmak için bir başka öğrenciyle eşleşirler. Eşleştikten sonra ve eşleriyle konuştuktan sonra öğretmen her çiftten bütün bir sınıfla düşüncelerini paylaşmalarını ister. Ve bu içe dönük çocuklar için harika bir yöntemdir, onlara çok yardımcı olur. Birincisi, düşünmek ve ne yapacaklarını anlamak için onlara zaman verir. İkincisi, düşüncelerini sesli olarak ifade etme deneyimi yaşatır. Ama sadece tek bir öğrencinin önünde. Bütün sınıfın önüne tek başına yapmak zorunda kalmazlar. Ve sonra diğer bir öğrenciyle “ısınma” süresini geçirdikten sonra genellikle bütün sınıfla paylaşmaya çok daha meyilli olurlar.

Bu çok işe yarayan bir tekniktir. Hem içe dönükler, hem de dışa dönükler için harikadır. Ama daha az konuşan öğrencilerde daha etkilidir.

Sınıfta sosyal medyayı ya da teknolojiyi kullanmak hakkında ne düşünüyorsunuz? İçe dönükler için yararlı mı zararlı mı sizce?

Yararlı bence. Elbette sosyal medya öyle büyük bir şey ki, içe dönükler için artıları da var, eksileri de. Ama benim ilk tepkim yararlı olduğu yönünde. Artık sosyal medyayı sınıflarına dahil eden öğretmenler var. Bu öğretmenler daha suskun çocukların, ekranlar yoluyla kendilerini ifade etmeye daha meyilli olduklarını bildiriyorlar. Cevaplarını ekrana yazabiliyorlar, diğer öğrenciler sonra yazdıklarını görüyor ve sonra ekran yoluyla yayılan fikirler üzerinden “gerçek hayat” diyaloğu başlıyor.

Ben bir sosyal medya hayranıyım. Bence sosyal medyayı sınıfa yaratıcı bir şekilde dahil etmek çok işe yarar. Eğer sosyal medyadan bir eğitim tekniği olarak bahsediyorsak, kesinlikle bu fikrin yanındayım.

Bu aklıma okulla ilgili başka bir travmayı getiriyor: Topluluk önünde konuşma. Öğretmenler bu konuda içe dönükleri zorlamalı mı sizce?

Evet, bu bence de çok önemli bir konu. Eğer topluluk önünde konuşmaktan ya da çocukların korku duyduğu herhangi bir şeyden bahsediyorsak, buradaki en önemli nokta kaygı düzeylerini 1’den 10’a kadar yükselen bir ölçekte ele almak ve çocukları 4 ile 6 arasındaki bir bölge içinde zorladığınızdan emin olmak.

Eğer karşınızda gerçekten çok korkan bir çocuk varsa, mesela 7-10 arası bir bölgede olan, onu bu noktada zorlamak çok tehlikeli olacaktır. Başarılı olabilirler, evet belki… Becerirler ve bunun harika bir duygu olduğunu hissederler. Ama bunun geri tepmesi ve deneyimin çok kötü geçmesi ve korkunun beyinde kodlanması gibi büyük bir risk var ortada.

Dolayısıyla bir korkuyu küçük adımlarla ele alırsanız çok daha iyi edersiniz. Cevap şu değil elbette: “Tamam, bunu asla yapman gerekmiyor.” Doğru cevap şu olmalı: “Tamam topluluk önünde konuşmaktan korkuyorsun. Neden konuşmanı hazırlamıyorsun ve önce en sevdiğin arkadaşınla birlikte üzerinde çalışmıyorsun?”

“Konuşmayı arkadaşına yap. Bunu yaptıktan sonra, belki bir başkasına daha yapabilirsin. Sonra küçük bir gruba. Buradan, aşama aşama çalışmaya devam edersin. En sonunda konuşmayı herkese yaparsın.” Deneyimi, bu şekilde çok daha az kaygılandıran bir hale getirmenin yollarını aramalısınız.

Kitabınızda konuyu sevmenin çocukların konuşmaya kendilerini vermelerini sağladığından bahsediyorsunuz.

Konuşmanın, çocukların gerçekten tutku duydukları ve konuşmaktan heyecan duydukları bir konu hakkında olması önemli. Çünkü, yine aynı şey söz konusu: Bu biyokimyasal bir şey. Eğer heyecan duyduğunuz bir şey hakkında konuşarak vücudunuzun davranışsal aktivasyon sistemini uyarırsanız, bu, vücudun davranışsal inhibisyon sisteminin üstesinden gelir. Davranışsal inhibisyon sisteminin, vücudunuzdaki size “dur” diyen sistemdir. “Yavaşla” ya da “Sahneden in hemen” diyen. Bu yüzden öğretmen tarafında ekstra bir çalışma talep eder ve ekstra düzeyde düşünceli ve ilgili olmayı gerektirir. Bence bu her zaman kolay bir şey değil. Özellikle de yükü ve sorumluluğu zaten çok fazla olan öğretmenler için. Ama çok uzun bir yol kat etmenizi sağlar.

Grup çalışması hakkında ne düşünüyorsunuz? İçe dönükler için iyi midir?

Benim deneyimlerime göre bu, grubun nasıl yapılandırıldığına bağlıdır ve ne kadar dikkatli yapılandırıldığına. Çünkü birlikte çok iyi çalışan, herkesin kendi rolünü bildiği, çok işe yarayan grup çalışmaları gördüm. Çünkü bu gerçekten çok pozitif bir deneyim olabilir. Ama aynı zamanda Sineklerin Tanrısı kitabına dönen, en dominant çocukların kontrolü ele aldığı, diğer herkesin devre dışı kaldığı büyük ve herkese açık gruplar da gördüm. Yani her iki şekilde de etkisi olabilir.

 

 

Kaynak: http://www.npr.org/sections/ed/2016/02/18/465999756/how-parents-and-teachers-can-nurture-the-quiet-power-of-introverts

UYARI İŞARETLERİNİ NEDEN ÖNEMSEMİYORUZ?

23 Ocak 2003’te Texas’ta NASA’nın uçuş direktörlerinden biri, uzay mekiği Columbia’nın
astronotlarına bir e-posta göndererek, kalkış sırasında bir parça köpük izolasyonunun yakıt
deposundan koparak mekiğin bir kanadına çarptığını bildirdi. Ve “Aynı olayı diğer birçok
uçuşta yaşadık ve giriş için kesinlikle endişe duymuyoruz” diye yazdı. Dokuz gün sonra
Columbia, atmosfere yeniden girmek istediğinde, hasar gören kanattan içeri giren sıcak hava
mekiğin havada patlamasına yol açtı.
Bünyesinde onlarca uzman barındıran NASA, bu problemi defalarca görmesine karşın neden
gereken önemi vermedi?
Georgetown Üniversitesi’nden Robin Dillon- Merrill “Uyarı işaretlerini görmezden gelme
eğilimi” konusunda uzun yıllardan beri çalışmalar yapan bir isim. “İnsanlar genellikle eleştirel
düşünce konusunda hayli kötüler” diyor. “İşler iyi sonuçlandığı sürece – ki bu ‘sonuçta
yanlılık’ olarak bilinen bir olgu –eksiklikleri ve hataları görmezden gelmeyi yeğliyorlar.
Açık, bariz hatalar olduğu zaman insanlar bunu fark ederler ve kabullenirler.” Ancak küçük
bazı hatalar olduğunda, sonuç bunlardan etkilenmiyorsa ve iyi sonuç olarak kabul ediliyorsa
insanlar zamanla o yanlışları giderek daha fazla görmezden gelirler. Felaket kapıya
dayandığında ansızın uyanırlar.
Başarı bizi nasıl böyle baştan çıkarıyor?
2012’de yapılan bir araştırmada, University College London’dan Tali Sharot ve meslektaşları
gerçekçi olmayan iyimserlik ile beyindeki dopamin seviyesi arasında bir bağlantı buldular.
Sharot’un bu duruma getirdiği açıklama şöyle: Evrimsel bir bakış açısıyla, bu muhtemelen bir
avantaj. Motivasyonu arttırıyor. Başarılı olmanızın daha muhtemel olduğunu düşünüyorsanız,
keşfetmek konusunda daha az gönüllü oluyorsunuz.
Dillon Merrill’in bu eğitimi nasıl yöneteceğimiz konusuna getirdiği öneri ise “olumsuz
ayrıntıları” not etmemiz. Merrill, NASA’daki meslektaşlarından birinin “duraklatma ve
öğrenme” adını verdiği atölye çalışmalarına devam ettiğini söylüyor. “Bu çalışmada amaç,
sonuç bilinmeden önce sürecin öneminin farkında olmak. Çünkü sonucunu bildiğiniz bir şey
sizin tarafsızlığınızı ve yanılma payınızı da etkiler”.
New Scientist’den derleyen Özlem Yüzak

Okul Öncesi Dönemde Kitap ve Dergi Okumanın Gücü

Okul öncesi çocuklarda kitap okumanın yanı sıra dergi gibi görsel materyallerin kullanımı da oldukça önem taşır. Yazılı-resimli materyallerin kullanımı, çocuklara “bağlam dışı” dil edinimiyle ilgili önemli bir imkân sağlar. Buradaki bağlam dışı ifadesinin anlamı; kitap dünyasının çocuğu o an için bulunduğu ortam ve bağlamdan farklı bir yere taşımasından ileri gelir. Bu sayede çocuk “burada ve şimdi” zihinsel temsilinden farklı bir düşünce dünyasına yolculuk eder. Burada ve şimdi temsili, çocuğun, örneğin içinde bulunduğu odadaki nesneleri, kişileri algılamasıdır. Bu zihinsel temsilden çıkması, o anda içinde bulunduğu bağlamdan çıkabilmesi, önemli bir zihinsel süreçtir. Bu sayede birden fazla temsilde zihnen gidip gelmeyi, bu temsillerde ucu bucağı olmayan bir hayal dünyasında yolculuk etmeyi öğrenir.

Bebeklere Kitap Okunur Mu?

Çocukların kitapla tanışması için okuma/yazma öğrenmelerini beklemek, yapılacak en büyük yanlışlardan biridir. “Nereden anlayacak? Okuma bilmiyor ki!” şeklindeki düşünce, bu önemli fırsatı çocuğun elinden maalesef alır. Bebeklik ve çocukluk döneminde görsel uyaranlar içeren yazılı materyallerin kullanımı, hem dil hem de bilişsel gelişim için oldukça önem taşır. Bu materyallerin anne-baba tarafından bebeğe-çocuğa aktarımı sadece dil ve bilişsel gelişimi desteklemekle kalmaz aynı zamanda ebeveyn-çocuk ilişkisinin de temellerini sağlamlaştırır. Bu sayede bebeklikten başlayarak, çocuklar ebeveynleriyle dikkatlerini aynı yere yönlendirmeyi deneyimlemeye başlarlar. Dikkati aynı yöne verip aynı uyaran üzerinden paylaşım yapabilmek, bilişsel gelişim için önemli bir kilometre taşıdır. Bunun öncesinde sadece birbirlerine dikkatlerini yönlendiren anne-bebek/baba-bebek ikilisi artık yeni bir dünyaya kapılarını açarlar.

Yeni Dünyalarla Tanışma!

Kitapların içindeki yeni dünya ile tanışmak, çocukların yeni kelimeleri öğrenme, hikâye algısının gelişimi, olayların örüntüsünü kavrama gibi pek çok amaca hizmet eder. Okuma öncesi dönemde sesbilgisi becerilerini edinmekten karmaşık cümle yapılarına aşina olmaya kadar pek çok önemli yetiyi kazanmaya yarar. Bu nedenle yazılı ve basılı kitap ve dergilerin gelişim açısından önemi oldukça fazladır. Kimi zaman bilmediği bilgileri öğrenmesine, kim zaman hâlihazırda bildiklerini pekiştirmesine imkân tanır.

Yaşa Uygun Seçim!

Kitap ya da dergi gibi yazılı materyaller için önemli konulardan biri çocuğun yaşına göre bu seçimleri uygun yapabilmektir. Örneğin henüz hazır olmadığı bilgilere maruz kalan bir çocuk kafasını karıştırdığı gibi zamanı gelince kendiliğinden merak duyacağı bazı konulara da önceden vakıf olmuş olur. Benzer bir şekilde örneğin bebeklik döneminde fazla sayıda uyarana maruz kalan bebek, gereğinden fazla yorulup öğrenme ve ilgi duyma isteğini kaybedebilir. Bu nedenle uzmanların eşliğinde belirlenmiş yaşla ilgili önerilere mutlaka dikkat etmek gerekir. Bebeklik döneminde hem dokunsal hem de görsel olarak farklı materyallere ilgi gösterilmesi beklenir. Örneğin bez kitaplar, kontrast renklerin kullanımı bebeklik döneminde hem kullanım kolaylığı sağlar hem de görsel ve dokunsal alanlara birlikte hitap etmiş olurlar. Daha büyük çocukların ilgi alanlarına göre kitap veya dergi seçmek de kitaba olan sempatiyi artırır.

Çocuğunuz Okumaya Direnç Gösteriyorsa?

Peki, kitap ya da yazılı materyali sevmeyen veya direnç gösteren çocuklar için yapılacak bir şey var mı? Elbette var! Bu çocuklar için ortada kitap yokken de aslında kitap okuyormuşçasına hikâyeler anlatmak ve hayal dünyasına dalmak mümkün. Kimi zaman evdeki oyuncakları kullanarak kimi zaman sadece zihinden bu gibi aktivitelere yer vermekle kitaba olan geçiş kolaylaşabilir. Çocuklar okuma-yazma öncesi kitapla tanıştıklarında ses bilgisel farkındalıkları da çok daha hızlı gelişir. Aynı kitabın tek seferden fazla okunduğunu düşünecek olursak sürekli duyduğu sesleri sembol karşılıkları olan harflerle eşleştiren çocuk, böylelikle ses bilgisini de öğrenmeye başlamış olur. Bu da okuma-yazmanın ilk adımıdır.

Çocuk İçin Güvenli Bir Liman: Kitap Okumak

Kitap okumanın faydalarına gelince, yukarıda bahsettiğimiz kelime dağarcığı ve karmaşık dil yapılarını geliştirmenin yanı sıra hafızaya da katkısı büyüktür. Kitapta anlatılan hikâyenin karakterlerini, mekânı ve olay örüntüsünü bütün olarak hatırlar. Bu şekilde hatırlananlar bütün hafızaya da pratik yaptırmış olur. Kitapla ilgilendiğinde çocuklar dış dünyadaki uyaranlardan sıyrılabilmeyi de öğrenirler. Böylelikle ilgisiz uyaranları maskeleme becerisi ve sadece odaklanılacak olan uyaranlara dikkati yöneltme becerisi gelişir. Bu aslında sanıldığından çok daha önemli bir beceridir. Bu şekilde dikkatin hedef bir yere yönlendirilmesi hayat boyu gerekli olan bir yetidir ve temellerini küçük yaşlarda almaktadır. Bunun yanında kitap okumanın rahatlatıcı etkisi de büyüktür. Zihin dıştaki tüm uyaranlardan sıyrılıp sadece buna odaklandığında rahatlamaya ihtiyacı olan bir bebek ve çocuk için güvenli bir limandır.

Kitapların Eğlenceli Kardeşleri: Çocuk Dergileri

Yazılı yayınlar arasında dergilerin de olumlu yanları en az kitaplar kadar fazladır. Kimi zaman seyahatte araba koltuğunda, kimi zaman bir lokanta masasında, kimi zaman da evde vakit değerlendirmek için dergiler ailelerin en büyük destekçisi ve kurtarıcısıdır. Dergiler uzmanlar tarafından hazırlanıp, kazanımları sınıflandırılıp dengelendiğinde en az kitaplar kadar yararlı olurlar. Görsel-mekânsal dikkat oyunları, nicelik bilgileri, yapbozlar, labirentler, hikayeler derken içerik olarak oldukça zengin bir yelpaze sunan dergiler, kitapların küçük eğlenceli kardeşleridir. Kitap kullanımında olduğu gibi dergi için de ebeveyn desteği önemlidir. Çocuk ebeveynle birlikte dergiden maksimum faydayı sağlar. Bu sayede ebeveyn-çocuk ilişkisi de güçlenir.

Sayısız faydası olan yazılı materyalleri mümkün olduğunca çocuklarımız için kullanmalı ve onların hayat rutinlerine yerleştirmeliyiz.

Bol okumalı güzel günler!

Aslı Aktan-Erciyes

Dr. Öğretim Üyesi, Kadir Has Üniversitesi

Çocuklar için Değerler Eğitimi Dergisi 3taş Danışman Psikoloğu

Elektronik Oyuncaklar, Çocuklarda Dil Becerisini ve Sözcük Miktarını Azaltıyor

 

Gürkan Akçay

Boğaziçi Üniversitesi – Yazar / Editör

Eğitsel olarak tarif edilen ve genellikle oldukça pahalı olan elektronik oyuncakların; geleneksel oyuncaklara kıyasla dil becerilerinin gelişmesinde daha az etkin olduğu görüldü.

 

Ebeveyn-çocuk etkileşiminde oyun zamanının kalitesi, çocuğun yalnızca eğlenmesi ve ebeveyniyle vakit geçirmesi açısından değil, aynı zamanda çocuğun dil becerileri ve diğer bilişsel gelişimi açısından da oldukça önemlidir. Fakat ne var ki, günümüz modern ailesinde ebeveyn-çocuk oyun zamanı için oluşan fırsatlar; finansal, iş ve diğer ailevi faktörler nedeniyle oldukça sınırlıdır.

Ebeveynler bu oyunun bir parçası olabildiğinde, doğrudan bir ebeveyn-çocuk oyunu; çocukların öz saygısının, seçimlerine dair sorumluluk alma becerilerinin güçlendirilmesi ve ebeveynlerini farklı bir şekilde görmelerini sağlaması noktasında son derece etkin bir potansiyel taşımaktadır. 2018 Eylül ayında Pediatrics‘de yayımlanan bir araştırma makalesinde de, ebeveyn-çocuk oyununun; çocuğun sağlıklı gelişimi ve ebeveyniyle kurulan bağı geliştirmesi bakımından oldukça önemli olduğu ortaya koyuldu.

Öte yandan çocuklara sağlanan oyuncakların fonksiyonları da çocuğun dil gelişiminde önemli bir rol oynuyor. Yapılan araştırmalarda da, bebekler için; ışıklar yayan, kelimeler ve şarkılar çalan elektronik oyuncaklarla oynamanın; kitaplar, ahşap bulmacalar, çeşitli şekillerde blokların yerleştirilmesini içeren oyuncaklar ve resimli plastik bloklar gibi geleneksel oyuncaklarla oynamaya kıyasla dil kalitesinde bir düşüklüğe sebep olabildiğini ortaya koyulmuştu.

2016 yılında JAMA Pediatrics‘de yayımlanan araştırmada, 10 ila 16 aylık çocukların bulunduğu 26 ebeveyn-bebek çiftini içeren kontrollü bir deney yürütüldü. Deney doğrudan katılımcıların evinde yürütüldüğünden, araştırmada ebeveyn-çocuk oyun zamanına ilişkin doğrudan bir gözleme yer verilmedi ancak oyun zamanının ses kaydını yapan bir ses kayıt cihazıyla veriler toplandı.Deneyde, katılımcılara üç farklı oyuncak seti verildi. Birinci set; bir bebek dizüstü bilgisayarı, konuşan bir çiftlik ve bir bebek cep telefonu içeren elektronik oyuncaklardan, ikinci set; resimli plastik bloklar, farklı şekillerdeki blokları uygun yerlere yerleştirmeyi gerektiren bir kutu oyuncağı ve ahşap bulmacalardan, üçüncü set ise; farklı şekil veya renklerde çiftlik hayvanı modelleri içeren beş kitap kartonundan oluşuyordu.

Alınan ses kayıtlarında, elektronik oyuncaklarla oynanılan oyunlarda, ebeveynlerin çok daha az kelime kullandığı, daha az sözlü iletişime girdiği ve daha az ebeveyn cevabı bulunduğu görülürken; geleneksel oyuncak ve kitaplarla oynanan oyunlarda ebeveyn katılımının ve çocukla kurulan sesli iletişimin miktarının arttığı gözlemlendi. Bununla birlikte, çocukların kitaplarla oynadığı oyunlara kıyasla elektronik oyuncaklarla oynadığı oyunlarda daha az ses çıkardığı görüldü.

Araştırmada, ayrıca, ebeveynlerin çocuklarıyla; kitapları içeren oyunlar oynadığı durumlarda, geleneksel oyuncaklarla oynanan oyunlara kıyasla daha fazla kelime ürettiği gözlemlendi. Bunun yanı sıra ebeveynlerin, çocuklarıyla geleneksel oyuncaklarla oynadığı durumlarda, kitaplarla oynadığı durumlara kıyasla daha az içeriğe özgü kelime kullandıkları görüldü.

Yapılan çalışmada, elektronik oyuncaklar ve geleneksel oyuncaklar arasında büyük ve tutarlı farklar görüldüğüne vurgu yapılıyor. Öte yandan, çalışmanın, küçük örneklem büyüklüğü ve katılımcıların ırk/etnisite ve sosyo-ekonomik statü benzerlikleri de dahil olmak üzere önemli sınırlamaları bulunuyor.

Ancak araştırma sonuçları, ebeveyn-çocuk oyunlarında, eğitsel olarak tarif edilen ve genellikle oldukça pahalı olan elektronik oyuncakların; geleneksel oyuncaklara kıyasla dil becerilerinin gelişmesinde daha az etkin olduğunu ortaya koyuyor. Elde edilen sonuçlar, ayrıca, çocuklara çok erken yaşlarda kitap okumanın potansiyel faydalarına yeni deliller sağlıyor. Bunun yanı sıra, araştırma; geleneksel oyuncaklarla oynanan oyunun, kitap okuma sırasında ortaya çıkanlar kadar zengin bir iletişimsel etkileşimlere yol açabileceğini de gösteriyor.

Kaynak ve İleri Okuma

Yönetmenliğini Cengiz Özkarabekir’in yaptığı belgesel film, dönemin efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un yaşam hikayeleri üzerinden, zorluklara ve tehditlere aldırmadan uyguladıkları ve başarılı oldukları Köy Enstitüleri’ni anlatıyor.
1940’lı yılların başlarından itibaren ülke genelinde uygulanmaya başlanan Köy Enstitüleri projesini yaşam hikayeleri üzerinden anlatan Belgesel filmin senaryosu ve yönetmenliği Cengiz Özkarabekir’e ait. Hasan Âli Yücel’e ve dönemin olay ve kişilerine dair aktardığı anekdotlarla zenginleştirilen “Yücel’in Çiçekleri”nde Yücel’in orjinal eşyaları da kullanılıyor.

Cengiz Özkarabekir’in yazdığı belgesel film uzun bir araştırmanın da ürünü. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Başkanı da olan Prof. Dr. Kemal Kocabaş’ın danışmanlığını yaptığı belgesel, Hasan Ali Yücel’in kızı Gülümser Yücel’in bire bir anlatımları ile hayat buldu.
Filmde Mustafa Kemal Atatürk’ü Mahir Günşiray, İsmail Hakkı Tonguç’u da Muhammet Uzuner canlandırıyor.. Hasan Âli Yücel’i ise 3 kişi oynadı: Çocukluğunu Ege Şenoğul, gençliğini Kutay Şahin, yetişkin dönemini ise Mehmet Tokat canlandırdı.
Hazırlık aşaması yaklaşık bir yıl süren belgesel filmin müziklerini ise Cahit Berkay ve Altuğ Öncü’ta ait. Filmi, İsmail Hakkı Tonguç’u canlandıran ünlü isim Muhammet Uzuner seslendiriyor.

Çocuğunuz okuldan eve geldiğinde ağzınızdan çıkan ifadelerin başında gelir: “Okul nasıldı?”. Bunu bazen biraz değiştirerek de sorduğunuz oluyordur. Ufak bir değişiklikle “Bugün okulda neler öğrendin bakalım?” ama bu tek cümlelik ifadeniz okulu tümden yanlış yorumladığınızı gösterebilir.

İlk ayrışma burada başlıyor; okulda neyi / neden öğrendiklerine dair hiçbir fikriniz olmadığı izlenimini bırakabilirsiniz (Çünkü okulun sadece bunun için var olduğu düşüncesini oluşturabilirsiniz). Bu şu anlama gelmektedir; çocuğunuzun dünyayı anlama konusunda ne noktaya geldiği hakkında çok az bilginiz vardır ve sadece bazı dersler hakkındaki belli belirsiz terimler hakkında söyleyecek sözünüz vardır (Örneğin; matematik, tarih vb). Sonra sezgileriniz ortaya çıkar. Bir noktadan belli bir noktaya nasıl gelindiği, nelerden etkilenildiği ya da nelerin değiştiği sorulmaz. Veyahut nadir de olsa bunları zorla söyletmek zorunda kalırsınız.

Öte yandan bir de şekle odaklanmak mevzusu karşımıza çıkar. Aslında pek de etkili olmayan ve öğrenilen şeylerin ardı ardına sıralanmasını bekleyen sohbetler bir işe yaramayabilir ve durum onlarda hiçbir şey öğrenilmemiş hissiyatına da sebep olabilir. “Öyleyse ne yapılmalı?” diye merak ettiğinizi duyar gibiyim.

Bunun birçok yolu vardır. Sözcüklerinizi değiştirmek, eski sorularınızı yavaşça yere bırakmak ve onlardan kurtulmak size yardımcı olacaktır. Sözcüklerinizi değiştirerek onların düşüncelerini paylaşmalarını, başka şeylerle ilişkilendirmelerini, hislerini göstermelerini isteyebilirsiniz. Bu şekilde sosyal ve duygusal olarak da onu desteklemiş olabilirsiniz. Öğrenme yolculuğundaki çalışmalarını ve çabalarını da göstermek bir hayli işe yarayacaktır.

Peki, nedir bu “bugün okulda ne öğrendin?” demenin diğer yolları? İşte geliyor:

  1. Bugün hangi anda çok meraklı ya da çok ilgili olduğunu fark ettin?

  2. Bugün kafanın karıştığı bir durum oldu mu? Bu durumda nasıl davrandın?

  3. İnanmakta zorlandığın bir şey oldu mu? Kafanın karıştığı değil, şaşırdığın?

  4. Eğer bugün daha ______ olsaydın, bu seni nasıl etkilerdi?

  5. Bugün en yaratıcı olduğunu düşündüğün zaman ne zamandı?

  6. Bana bugün öğrendiğin eğlenceli, işine yarayan ve sıra dışı şeylerden bahseder misin?

  7. Bana başarılı bir okul gününde nelerin olduğunu anlatır mısın? Örneğin kendini nasıl hissedersin?

  8. Okuldaki arkadaşların hangi sebeplerden okula geliyor olabilir?

  9. Bugün kim daha çok çalıştı? Öğretmenin mi yoksa öğrenciler mi?

  10. Bugün öğretmeninin öğrettiklerinden başka neler öğrendin?

  11. Öğretmenleriniz sizi önemsediklerini nasıl gösteriyorlar?

  12. Bunu nereden biliyorsun? Nasıl biliyorsun? (Üstteki soruya istinaden…)

  13. Hakkında daha fazla şey öğrenmek istediğin ne var?

  14. Bugün öğrendiğin en önemli şey neydi? Peki ya en önemsizi?

  15. Bugün söz aldığın veya katılım gösterdiğin bir şeyden bahseder misin? Sonra neler oldu?

  16. Bugün kitaplarından öğrendiğin bir şey söyler misin?

  17. Bugün arkadaşlarından öğrendiğin bir şey söyler misin?

  18. Bugün öğretmenlerinden öğrendiğin bir şey söyler misin?

  19. Hala kafanı karıştıran bir şey var mı? Nedir?

  20. Duyduğun ya da söylediğin ve seni bir sebepten ötürü çıkmaza sokan bir şey oldu mu?

  21. Bugün ________ dersinde öğrendiklerinizi düşündüğünde, bir sonraki o derste ne öğreneceğinizi düşünüyorsun?

  22. Bana bugün sınıfta ilk kez karşılaştığın 2 bilgi ve 1 görüşü benimle paylaşır mısın?

  23. Bugün öğrendiğin şeylerle neler yapabilirsin? Ne işine yarayabilirler?

  24. Bugün kendini ne zaman şaşırmış hissettin?

  25. Seni daha iyi ve daha istekli bir öğrenci olmaktan alıkoyan bir şey var mı? Nedir?

Sanırım, bunlar pek de alışkın olmadığınız soru tipleri olabilir. Bazılarını kullanıyor bazılarını da ilk kez duymuş olabilirsiniz. Her ne olursa olsun bu sorular ile çocuğunuzun dünyasını tanıyabileceğinizi, nasıl ifade edeceğini bilmediği şeyleri söylemesine fırsat sağlamış olacağınızı ve okuldaki deneyimleri konusunda size çok önemli bilgiler fısıldayacağını bilmelisiniz.

Bu soruların onların anladıkları şeyleri göstermeleri için de zemin hazırlayacağını da eklemek isterim. Aynı zamanda çocuğunuzla iletişim kanallarınızı sağlıklı bir şekilde de yürütebilirsiniz.

Öte yandan sorduğunuz sorular onun zihninde yeni şimşekler çaktıracağı için okuldan daha verimli ayrılmasını ve ne istediğini bilen bir birey olmasını sağlayabilirsiniz. Kendini daha değerli hissedeceğini bilmek de cabası. Bu durumda yapılması gereken en önemli şeyin bu soruları kullanmak kadar bu soruları bir rutin haline dönüştürmek olduğu da unutulmamalıdır. Peki, siz bu yazıyı okurken ne düşündünüz? Ne hissettiniz ve bundan sonra neleri yapma konusunda kararlar aldınız? Bu yazıyı sosyal medya hesaplarınızda paylaşırken bu notları da eklemeyi unutmayınız. Merakla bekliyor olacağız.

 

Kaynakça: https://www.teachthought.com/pedagogy/25-alternatives-whatd-learn-school-today/

Bir şey yapmanız gerekirken başka bir şeyle oyalanmak, hep var olan bir problemdir. Pek çok çocuk, ergen ve yetişkin, ne kadar iyi niyetli olsalar da başladıkları bir işin sonunu getiremez. Bu, insanların beklentilerini nasıl belirlediği, başarıyı nasıl algıladığı ve nasıl yaşadıklarıyla ilgili bir şeydir. Güçlükler aynı zamanda bir insanın dayanıklılığıyla, duygularıyla, motivasyonları ve kendilerine güvenleriyle de ilgilidir.

Çocukların şimdi ve daha sonra daha üretken olması, mantıklı zaman hedefleri belirlemesi ve kendi başarılarından mutluluk ve gurur duymalarını sağlamak için ne yapabiliriz?

1. Varsayımlarda bulunmayın.Bir çocuğun bir işe başlayamamasının sebebi kasıtlı bir kayıtsızlık ya da aylaklık olmayabilir.İnsanların yapacakları iş dururken başka şeylerle uğraşmasının ya da yapmaları gereken şeylerden uzak durmasının çeşitli sebepleri olabilir. Örneğin çocukların kafası karışmış olabilir, her şey birdenbire fazla gelmiş olabilir, üzülmüş ya da endişelenmiş olabilirler. Belli bir işin tamamlanması konusunda kendilerine güvenleri ya da gerekli becerileri olmayabilir. Ya da yardım isteyemeyecek kadar çekingen ve utangaçtırlar. İşten kaçmanın altında yatan sebebi bulmak, sorunun çözülmesindeki ilk somut adımdır.

2. Çocuğunuzun bireyselliğine saygı gösterin. Çocuğunuzun yapabildiklerine, gelişmeye açık olmasına, zayıf olduğu alanlara, tercihlerine, ilgilerine ve mizacına saygı duyun. Çocukların da çok meşgul bir hayatları olduğunu, pek çok şeyle başa çıktıklarını ve başa çıkmayı öğrenmekte olduklarını aklınızdan çıkarmayın. Bu öğrenme süreci onların kişisel gelişimlerinin ve başarılı olmalarının bir parçasıdır, bir gecede gerçekleşmez.

3. Onları yüreklendirin.İçten olun ve tam zamanında müdahale edin. Örneğin bir çocuk tam bir işin arifesindeyken onun taze bir güçle başlaması için ya da bir işle uğraşırken ona kolaylık sağlaması için konuşun onunla. Çocukların başarıyı zihinlerinde görselleştirmesini, bulundukları noktadan ileriye bakarak sürecin sonunda ulaşacakları tatmini görmesini sağlayın.

4. Tehlike işaretlerine karşı uyanık olun.Çocukların sağlıklarının iyi olmaması, bitkinlik ve bunlara benzer belirtiler, çocuğun isteneni yapamayıp strese girmesine neden olabilir. Çocuklarda fiziksel etkinlik, yeterli uyku, iyi beslenme, kendini dinleyip yenilenme gibi, insanın kendisini iyi hissetmesini sağlayacak davranışların yerleşmesini sağlayın.

5. Tartışmalardan ve iktidar savaşlarından kaçının.Verdiğiniz mesajlarda tutarlı olun ama kavga etmeyin. Çocuğunuz yapması gereken şeyleri yapmadığında ya da ertelediğinde sabırlı olmaya çalışın, öfkenizi aşın. Konuşmak ve dinlemek için zaman yaratın. Gerçekten dinleyin. Sükûnetinizi koruyun. Ebeveynlerin çocuklar üzerinde baskı uygulamasının ya da onları yargılar biçimde davranmasının duruma bir faydası yoktur.

6. Kendi başınıza ya da çocuğunuzla birlikte gerçekçi beklentiler belirleyin.Bir etkinlik ya da hedef anlamlı, idare edilebilir ya da ulaşılabilir değilse çocuklar muhtemelen ondan uzak duracaklardır. Beklentilerin ve isteklerin makul; yönergelerin net, anlaşılır ve uygun oranda zorlayıcı olmasını sağlayın. Ayrıca zamanlama ve süreçler konusundaki esnekliğin motive edici olabileceğini unutmayın.

7. Hazırlanın.Bir işin tamamlanması için gerekli olacak ya da el altında bulunmamaları halinde mazeret olarak kullanılabilecek elektronik şarj aletleri, piller, takvimler, iletişim bilgileri ve bunlara benzer bütün malzeme ve kaynakları hazır edin. Rutinler, planlar ve çizelgeler çocukları rahatlatır. Yapılacak işleri düşünüp planlayabilecekleri sessiz ve dikkatleri dağıtmayacak bir alan da onlara iyi gelir.

8. Yaratıcı olun.Yaratıcı yaklaşımlar ve olumlu bakış açısı, diğer türlü çok sıkıcı ve zor gibi görünebilecek işlere taze perspektifler katarak işleri eğlenceli ve heyecan uyandırıcı hale getirebilir. Sanat, müzik, drama, fiziksel etkinlik ve yenilikçi ekip çalışmaları canlandırıcı unsurlardır. Çocukların meraklarını dürtün. Zorluklarla başa çıkmaya çalışırken eldeki kaynakları akıllıca kullanmak insanları güçlendirir. Hepsinden öte, yaratıcı bir şekilde merak uyandırmak, oyalanmaya biraz engel olabilir.

9. Çocuğunuzla neden oyalandığı hakkında konuşun. Bitirmekte zorlandığınız işlerle ilgili kendi deneyimlerinizi anlatın ya da çocuklarınız hayranı olduğu kişilerin üstesinden geldiği durumları örnek verin. Çocuklara, bir işi tamamlamanın inişli çıkışlı bir süreç olabileceğini anlatın. Onlarla, işlerin tamamlanmaması durumunda neler olabileceğini de konuşabilirsiniz. Ancak bu konuşma için herkesin sakin olduğu bir anı yakalamaya çalışın.

10. Başkalarıyla bağ kurun.Çocuğunuzun verimli çalışmasını ve sorumlu davranmasını destekleyebilecek birilerini düşünün. Çocuklarınızın, ailenin diğer üyelerinden, arkadaşlarından ya da öğretmenlerinden gelecek yardım ve desteğe açık olmalarını sağlayın. Çocuklarınız becerilerini güçlendirerek onların kendilerine daha fazla güvenmesini sağlayacak önerilere kulak versinler.

11. İşlerin tamamlanmasını sağlayacak iyi stratejiler için örnek olun.Çocuklarınıza nasıl organize olacaklarını, işlerini öncelik sırasına koymayı ve hızlarını ayarlamayı öğretin. Büyük bir işin daha ufak parçalara ayrıldıktan sonra her parçanın tamamlanması için ayrı bir zaman belirleyip adım adım ilerlesinler, her defasında dikkatlerini o sürece versinler. Bu sırada ufak molalar verebilir, iş ne kadar büyük olursa olsun, parça parça ilerleyerek süreci tamamlayabilirler.

12. Onların yöneticisi olmayın.Çocukları desteklemek ve yüreklendirmek, onların davranışlarını kontrol etmekten çok farklıdır. Onların tepesinde dolaşmayın. Bırakın her şeyi onlar yürütsün, bu sırada yaptıkları şeylerden dolayı hem gurur duysunlar hem de bunlarla ilgili hesap verebilme becerilerini geliştirsinler. Bu hemen olmayacak, zaman alacaktır. Her zaman bir öğrenme eğrisi denen bir şey vardır ve aslında genel olarak bakıldığında hayatın kendisi de bundan ibarettir.

Helikopter ebevyenlik kavramı son zamanlarda pek çok kitapta ya da makalede karşımıza çıkıyor. Stanford eski dekanı Julie Lythcott-Haims’in Bir Yetişkin Yetiştirmek adlı kitabından, Jonathan Gibralter’in anne babalara, fakülteye yeni başlamış çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler kurabilmeleri için ipuçları verdiği makalesine kadar eğitimciler anne babalara çocuklarıyla nasıl sağlıklı bir ilişki kurabilecekleri konusunda tavsiyelerde bulunuyor.

Wells College’ın başındaki Gibralter makalesinde şunları belirtiyor:

“Anne babalar çocuklarının çalışma alışkanlıklarını, eskisine göre artan zorluklara göre ayarlamasına, hak ettikleri notları almak için çalışmalarına ve kendi seslerini bulmalarına izin vermek zorundalar. Yani anne babalar, çocukları bir sınavda en yüksek puanı almadı diye hocasını aramamalı, dekandan ya da müdürden not istememeli ya da çocuklarının ders ve hoca seçimine karışmamalılar.”

Bu fikirler üniversite öğrencilerinin anne babalarına yönelik olsa da, daha küçük yaştaki çocukların anne babaları için de geçerli oldukları düşünülebilir. Eğer amaç çocukların liseden sonraki hayatlarını anne babalarının sürekli desteği olmaksızın sürdürebilmeleriyse, sağlıklı davranış alışkanlıklarının 18 yaşından önce kazandırılması gerekiyor. Belki de anne babalara, çocuklarıyla sağlıklı ilişki kurabilmeleri için önerilerde bulunmanın en ideal zamanı, çocuklarının ilkokula başladığı zaman.

Anne babaların çoğu helikopter ebeveyn olmayı planlamaz ya da aşırı ebeveynlik yapmak istemez. Anne babalar çocuklarını tanır ve severler, her zaman onlar için en iyi olanını isterler. Çocuklarının güvende, mutlu ve başarılı olması için uğraşırlar. Çocuklarsa, davranışlarını belirleyecek alışkanlıkları ve değerleri, çocuklukları boyunca, ufak ufak anlarda onlara aktarılan beklentiler yoluyla öğrenirler.

Geçenlerde, bir maç izlerken altı yaşındaki bir oğlanın yaşadığı böyle ufak bir ana tanık oldum. Babası çocuğun ayakkabısının bağlı olmadığını fark etti.

“Daha iyi görmek için koşarak diğer tarafa geçeceğiz” dedi babası oğlana. “Ama gitmeden önce ayakkabılarını bağlaman gerek.”

Sonra baba kenara çekildi ve sabırla oğlunun ayakkabılarını bağlamasını bekledi. Ayakkabıları babanın bağlaması daha çabuk ve daha kolay olurdu ama o bunu yapmayarak oğlunun kendi ayakkabılarını kendisinin bağlamasına izin verdi.

Bir başka tanık olduğum ufak bir anda, iki çocuk parkta kavgaya tutuştular. “Önce ben buldum!” “Hayır, ben buldum!” Anneleri, olası bir fiziksel bir restleşmeye karşı onları dikkatle izliyordu. Çocuklar bir süre atıştıktan sonra kendi kendilerine bir çözüm bulup anlaştılar. Anne tetikteydi, her an müdahale etmeye hazırdı ama sorunu kendileri çözmesi için çocuklarına zaman tanıyarak onların gelişimlerine katkıda bulunmuş sağlamış oldu.

Yetişkinlerin geri çekilip küçük çocuklara sorunları tanımlayıp çözmeleri için zaman vermesi çocuklarının empati, problem çözme, yaratıcılık, azim, sebat ve sabır gibi önemli becerileri öğrenmelerine fırsat sağlar. Çocuklarına bu önemli becerileri geliştirmeleri için destek olup onlara fırsat tanırken çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler geliştiren ebeveynlerin bir takım ortak özellikleri bulunuyor. Bu ebeveynler;

Çocuklarını dinliyorlar. Ebeveynler bir karşılık üretmeden önce çocuklarını dinlediklerinde çocuklarının kendi bakış açılarını geliştirmesini sağlıyorlar. Çocuklar bu şekilde kendi seslerinin bir değeri olduğunu ve kendilerini ifade edebileceklerini öğreniyor. Başka yetişkinler çocuklarıyla bir etkileşime girdiğinde bu ebeveynler çocuklarını kendileri karşılık vermeleri için cesaretlendiriyor. Onlar adına konuşmadan önce, çouklarının konuşup fikirlerini tamamlamasına izin vermek için çaba harcıyorlar.

Çocuklarına, “Bu sorunu çözmek için ne yapabilirsin?” diye soruyorlar. Bunun ardından, “Şu ana kadar ne yaptın? Ne işe yaradı, ne işe yaramadı?” soruları gelebilir. Bu yaklaşım çocukların çözüme ulaşmaları için bir ortam hazırlar. Ebeveynler, çocuklarının kendi problem çözme planlarını uygulamaları sırasında onlara yol göstererek, rol yapma oyunu oynayarak ve konuşup fikirlerini savunma konusunda çocuklarını yüreklendirerek onlara yardımcı olabilirler.

Bir problemi çözmeleri için çocuklarına zaman veriyorlar, hemen müdahale etmiyorlar. Çocuklar çoğu zaman, karşılaştıkları zorlukları kendi buldukları çözümlerle aşabilirler.

Öğretmenlere saygı duyup destek oluyorlar. Ebeveynler öğretmenlerin hedeflerinin ne olduğunu anlayıp, onların çocuklarla nasıl etkileşime girdiğini izlediklerinde çocuklarının bulunduğu sınıf düzeyinde ondan neler beklendiğini görebilirler. Veliler kendi çocuklarını çok iyi tanısalar da öğretmenler o yaş grubuyla ilgili olarak yılların tecrübesine sahip oldukları için bu çok değerli bir bilgidir. Öğretmenler ve çocuklarla ilgilenen diğer yetişkinler, ortak bir hedefe ulaşmak için çalışan ekip arkadaşlarıdır, düşman değillerdir.

Yenilgileri öğrenme fırsatı olarak görüp doğal sonuçların yaşanmasına izin veriyorlar. Başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları çocukluktan yaşlılığa kadar hayatın bir parçasıdır. Çocuklara, sevgi dolu ve onları destekleyen bir bağlamda, yenilgileriyle başa çıkmaları için fırsat tanınırsa, ilerideki yaşamlarında çok işlerine yarayacak beceriler geliştirirler. Bir çocuk bir kutu oyununda kaybettiğinde centilmenlikle ilgili bir şey öğrenebilir. Çocuklar takımdaki en iyi konuma alınmaz, ya da bir tiyatro oyununda başrole seçilmezlerse hayal kırıklığıyla başa çıkmayı öğrenebilir ve yeniden denemek için daha fazla çalışabilirler. Bir doğum gününü ya da oyunu kaçıran bir çocuk başkalarına karşı daha fazla empati diyabilir.

Kendi seslerini geliştirmeleri ve kendi öğrendiklerinin ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenmeleri için fırsat tanınan çocuklar zorluklarla başa çıkma konusunda donanımlı olurlar. Öte yandan çocuklar kaç yaşında olurlarsa olsunlar anne babalarının onlara sevgi, destek, cesaret, güven vermesine ihtiyaç duyar. Anne babaları onları sevip destek olur, daha da büyük şeyler yapmaları için yüreklendirirse çocuklar öğrenebilir, konuşabilir, seçim yapabilir, uygulayabilir, deneyebilir, başarısızlığa uğrayıp yeniden deneyebilir.

Kaynak: https://www.washingtonpost.com/news/parenting/wp/2016/10/07/five-ways-to-avoid-becoming-a-helicopter-parent/

Helikopter ebeveynler (çocuğunun üstüne çok düşen ve onun her yaptığını takip eden ebeveynler) kısa vadede çocuklarına çok yardımcı olabilirler. Spor ekipmanlarından bilim fuarı projelerine kadar her konuda çocuklarına yardım eden kişisel danışman rolüne bürünürler. Çocukları kramponlarını evde unuttuklarında kurtarıcıları; bir aktiviteden diğerine giderken ise onların şoförleri olurlar.

Bu tür desteğe sahip çocuklar, ufak bir rekabet avantajı elde edebilir. Anlaşılır bir durum: Tam zamanlı kişisel asistanı olan herkes, her şeyi kendi başına yapan kişiler karşısında başarı gösterebilir. Ancak, aşırı müdahaleci ebeveynlik uzun vadede çocukları kötü etkiler. Helikopter ebeveynlerle büyüyen çocuklar, ilerleyen zamanlarda, önceden elde ettikleri rekabet üstünlüklerini çabucak kaybederler.

Helikopter ebeveynliğin uzun vadede yarattığı etkileri inceleyen araştırmacılar, çocukların büyüdüklerinde yaşadıkları en büyük beş problemin şunlar olduğunu söylüyor:

  1. Daha fazla sağlık problemi yaşarlar.

2016’da Florida Eyalet Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, helikopter ebeveynlerin çocukları yetişkinliklerinde, diğerlerine göre daha fazla sağlık sorunu yaşıyor. Araştırmacılar çoğu çocuğun; ne zaman uyumaları, ne zaman egzersiz yapmaları ve ne yemeleri gerektiğini her zaman anne babaları söyledikleri için kendi sağlıklarıyla nasıl ilgileneceklerini öğrenemediklerini keşfettiler.

Müdahaleci ebeveynler, çocuklarının sağlığı hakkında genellikle gereğinden fazla endişelenir ve bu yüzden de onlara sık sık neler yapmaları gerektiğini söylerler. Çalışmalar, bu sürekli hatırlatıcıların yokluğunda çocukların kendi vücutlarına bakamadıklarını ortaya çıkarıyor.

  1. Her şeye hakları olduğunu düşünürler.

Helikopter ebeveynler çocuklarının üstüne öyle titrerler ki, onlar da evrenin merkezi oldukları fikrine kapılmadan edemezler. Bu “herkesten özel” olma düşüncesi, 18 yaşına girdiklerinde bir anda kaybolup gitmez. Arizona Üniversitesi’nden bazı araştırmacılar, helikopter çocukların her şeye hakları olduğunu düşünerek büyüdüklerini söylüyorlar. “En iyisini istiyorum çünkü buna değerim” ve “Benim gibi insanlar ara sıra mola vermeyi hak ediyor” gibi ifadelere katılma ihtimalleri diğer çocuklara göre daha yüksek.

Başka çalışmalar bu üstünlük hissinin, hayatta sürekli hayal kırıklığı ve acı çekme durumları ile bağlantılı olduğunu öne sürüyor.

  1. Duygusal sorunlar yaşarlar.

Ebeveynleri bunu onlar için zaten yaptıkları için helikopter çocuklar duygularını kontrol etmeyi öğrenemeden büyür. Çünkü üzüldüklerinde ebeveynleri onları neşelendirirdi ve kızgın olduklarında yine ebeveynleri yatıştırırdı onları.

Duygularını kontrol etmedeki beceri eksiklikleri, çocuklar yuvalarını terk ettiklerinde büyük bir sorun haline gelir. Mary Washington Üniversitesi’nden araştırmacılar tarafından 2013’te yapılan bir çalışma, helikopter ebeveynler tarafından yetiştirilen üniversite öğrencilerinin depresyona daha meyilli olduğunu ve bu kişilerin genel olarak hayatlarından tatmin olmadıklarını gösteriyor.

  1. İlaç kullanımına yönelirler.

Helikopter çocuklar rahatlarının bozulmasına ve bunu hoş görmeye alışık değildir.  Ebeveynleri onları acı çekmekten hep korudu ve güçlüklerle başa çıkmalarına gerek kalmadı. Üstelik hemen hoşnut edilmeye da alışıklar. Bu durum, hızlıca ilaca yönelmelerinin nedenini açıklıyor: Acıları dinsin ve bu hemen şimdi olsun isterler.

Chattanooga’daki Tennessee Üniversitesi’nde 2011 yılında yapılan başka bir araştırma ise, ebeveynleri etraflarında sürekli dolanan öğrencilerin, depresyon ve anksiyete karşıtı ilaç kullanmalarının daha olası olduğunu buldu. Aynı zamanda bu öğrencilerin, dinlenme/eğlenme amaçlı ağrı kesici alma ihtimalleri daha yüksek çıktı.

  1. Otokontrol becerileri yoktur.

Helikopter çocukların büyürken diğer çocuklar kadar boş vakitleri olmaz. Çevreleri genellikle sınırlıdır, zamanları ise dikkatle düzenlenmiştir. Kendi hayatlarını idare etmeyi uygulama şansına sahip olamadıkları için, hedeflerine ulaşma yolunda ihtiyaç duydukları becerileri eksik kalır. Colorado Üniversitesi’nde 2014 yılında yapılan bir çalışmaya göre, helikopter ebeveynlerle büyümüş yetişkinlerin başarılı olmak için gereken zihinsel kontrol ve motivasyona sahip olma ihtimalleri daha düşük.

Başka çalışmalar da benzer sonuçlar elde etti: Bu tür çocuklar işlerini erteleme eğiliminde ve başarı için gereken girişimci ruh ile motivasyondan yoksun oluyorlar.

Çocuklarınızın Üstüne Düşme Eğiliminizi Kontrol Edin

Helikopter ebeveynlerin niyeti, çocuklarının başarılı olmalarına yardımcı olmaktır ancak en nihayetinde, çocukların üstüne çok düşmek onları, maksimum potansiyellerini gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları zihinsel güçten mahrum bırakır. Hata yapmalarına, başarısız olmalarına göz yummak; sorunlarını kendileri çözsün diye onlara fırsat tanımak için tabii ki ebeveynlerin de zihnen güçlü olmaları gerekir. Dolayısıyla, kendi zihninizi geliştirmeye çalışmanız oldukça önemlidir. Bu sayede çocuklarınızın sağlıklı, sorumluluk sahibi birer yetişkin olmaları için ihtiyaç duydukları becerileri kazanmalarında onlara yardımcı olabilirsiniz.

Çeviri: Zeynep Topal

Çocuğunuzun kaba biri olduğundan endişe duyduğunuz oldu mu hiç? Ya da sizin zorunuz olmadan bir teşekkür etmesini dilediğiniz? Empati, çocuklarda geliştirilebilir ve teşvik edilebilir bir beceridir. Eğitimpedia’da yazılarına yer verdiğimiz psikiyatrist Daniel Siegel ve sosyal hizmetler uzmanı ve psikoterapist  Tina Payne Bryson bunu nasıl yapabileceğinizi açıklıyor.

Yeni yürümeye başlayan çocuğunuz başınıza bir oyuncakla vurduğunda ve canınız gözle görülür bir biçimde yanmasına rağmen gülmeye başladığında, büyüdüğünde şefkatli ve empati becerisi yüksek birine dönüşeceğini hayal etmek oldukça zor olabilir. Ya da beş yaşındaki çocuğunuz pelerinini giyerek evdeki herkesten yaptığı işi bırakmasını ve asla bitmek bilmeyen sihirbazlık gösterisinin izlenmesini talep ettiğinde (gösteri bitene kadar tuvalete bile gidemezsiniz!), onun bu benmerkezciliği başkalarını düşünen biri haline gelip gelemeyeceği konusunda kaygılandırabilir sizi.

Beynin empatiden sorumlu kısmının küçük çocuklarda henüz yeterince gelişmemiştir.

16 yaşında, tipik çocuk davranışları sergileyen ve birçok yönden çoğu ergenle aynı sorunlara ve bencilliğe sahip bir oğlan tanıyoruz, ona Devin diyelim. Bazen mantıksız kararlar verebiliyor ve zaman zaman kız kardeşine kaba davranışlarda bulunuyor. Ancak genellikle, sürekli olarak bencilliğini bastırma becerisi göstermekle birlikte şefkatli ve düşünceli davranışlar sergiliyor. Yakın zamanda babasının doğum günüydü ve Devin bu özel günde babasıyla birlikte olabilmek için arkadaşlarıyla önceden kararlaştırdığı bir planını iptal etmeyi teklif etti. Ayrıca düzenli olarak büyükanne ve büyükbabasına sarılıyor ve otobüs yolculukları sırasında diğer insanlara kendiliğinden yer veriyor.

Devin’in doğuştan empati yeteneğine sahip insanlardan biri olduğunu varsayabilirsiniz. Ancak yanılmış olursunuz. Devin küçükken, ailesi onun hakkında epey endişeleniyordu çünkü ortaokula başlamak üzere olan bir ilkokul öğrencisiyken bile başkalarının duygularını önemsemeye ve bakış açılarını anlamaya doğuştan bir yeteneği olduğuna dair çok az gösterge vardı. Doğum günü pastasının ilk, pizzanın ise kalan son dilimini hep Devin kapardı. Başkası üzüldüğünde bunu umursamazdı ve açıkçası, kız kardeşine ve bazen de okuldaki arkadaşlarına zorbalık yapardı.

Ebeveynlerin çoğu, çocuklarında bencil özellikler gördüğü zaman telaşa kapılıyor. Bize bu kaygılarından bahsettiklerinde, onlara beynin empatiden sorumlu kısmının küçük çocuklarda henüz yeterince gelişmediğini hatırlatıyoruz. Empati ve insanları önemseme, öğrenilen becerilerdir. Ebeveynleri, çocuklarında şu anda gözlemledikleri bencil davranışları genellememeleri gerektiği konusunda uyarıyoruz. Doğrusu, çocukların önce kendilerini düşünmeleri gelişimsel olarak tipik bir davranıştır ve onlara hayatta kalmak için daha iyi bir şans verir.

Size önemli bir gerçeği hatırlatalım: Ebeveyn olarak yapmanız gereken tek şey, “şu an”a odaklanmak.

Evet, çocuğunuzun ömrü boyunca kullanacağı becerileri geliştiriyorsunuz. Ama bunu şu anda yapıyorsunuz – tam olarak şu anda. Yani, şu anki deneyimlerinizin çocuğunuzun on beş ya da yirmi yaşında nasıl biri olacağı konusunda sizi endişelendirmesine izin vermek zorunda değilsiniz, çünkü o zamana kadar bir sürü gelişme yaşanacak. Biz gelişim alanını titizlikle incelemiş uzmanlar olmamıza rağmen, kendi çocuklarımızın aylar hatta haftalar içinde gösterdikleri gelişime şaşırıyoruz. Bu yüzden herhangi bir aşamanın – bencillik, uyku problemleri, ödev yapmamak vb. – sonsuza dek süreceği konusunda endişe duymayın. Kızınız üniversiteye giderken hala arkadaşlarını ısırıyor olmayacak (Öyle olursa, muhtemelen bizi aramanız gerekir). Yarıyıllar veya mevsimler gibi daha küçük zaman aralıklarında düşünün. Bu aşamayı atlatması için çocuğunuza birkaç ay zaman tanıyın ve siz onu sevdiğiniz, yönlendirdiğiniz; ona öğrettiğiniz ve sürekli destek olduğunuz sürece bunu aşacağını ve gelişmek için ihtiyaç duyduğu becerileri öğreneceğini bilin.

Ebeveynlerimize verdiğimiz en umut verici mesajlardan biri şu: Çocuklarımızın geliştirmesine yardımcı olmak istediğimiz beceriler, gündelik etkileşimler sırasında oluşuyor. Ebeveynlik görevinin en önemli kısmı çocuklarımızla ciddi, anlamlı konuşmalar yapmakla hallolmuyor; aynı zamanda onlarla oynamamız, kitap okumamız, tartışmamız, şakalaşmamız ve beraber vakit geçirmemiz gerekiyor.

Empati söz konusu olduğunda, “Şuna daha fazla önem vermelisin, çünkü…” diye başlayan nutuklar nadiren uzun süreli etki bırakmayı başarır.

Başkalarını dinlemenin, onların düşüncelerini ve bakış açılarını dikkate almanın ve onlara değer vermenin ne demek olduğuna dair sizin oluşturduğunuz örnek çok daha güçlü etkiler yaratacaktır. Böyle bir örnek, özellikle de zor zamanlarında onlara karşı gösterdiğiniz şefkat, çocuklarınızın empati kapasitesini geliştirmelerine yardımcı olacaktır. Çevrenizdeki insanlar için endişelenmeye sarf ettiğiniz çaba ve başkalarının ihtiyaçlarına karşı sahip olduğunuz farkındalık sayesinde çocuklarınız işlerin bu şekilde yürüdüğünü varsayacak ve empati, dünyaya yaklaşımlarının doğal bir parçası haline gelecektir.

Devin’in ebeveynleri, dikkatini diğer insanların deneyimlerine ve düşüncelerine vermesi ve başkalarının duygularını dikkate almasına yardımcı olmak için zaman harcadı. Ona kitap okurken ve birlikte film izlerken karakterlerin nasıl hissettikleriyle ilgili birçok soru sordular. Karakterlerin duygularına ve motivasyonlarına dair farkındalık yaratarak kendi dünyasından çıkmasına ve kitap sayfalarındaki ya da ekranlardaki insanların da kendininkinden çok farklı çıkarları ve düşünceleri olduğunu fark etmesine yardımcı oldular.

Bundan sonra, gerçek insanlar hakkında benzer sorular sormak oldukça kolay hale geldi. Örneğin, “Bayan Azizi bugün derste biraz üzgün görünüyordu, değil mi? Sabah okuldan önce ona ne olduğunu merak ettim,” diyebildiler. Günlük etkileşimler sırasında basit konuşmalar yapmak ve “Sence Ashley bugün neden üzgün? Ona nasıl yardım edebiliriz?” gibi basit sorular sormak, anlayış, gelişmiş ahlak algısı ve başkalarının düşünceleriyle ilgili daha fazla farkındalık için temel oluşturmaya yardımcı olur.

Negatif duyguları yaşamaya izin vermek

Devin’in empati becerisini geliştirmesine yardımcı olmak için ebeveynlerinin verdiği bir başka karar da kendi negatif duygularını yaşamasına izin vermek oldu. Fazla korumacı ebeveynlere sahip çocuklar, genellikle negatif duyguların deneyimlenmesiyle açığa çıkan empati becerisinin gelişimini tamamlayamıyor. Ebeveynleri Devin’in dikkatini negatif duygularından uzaklaştırmaya veya durumu düzeltmeye çalışmak yerine onun üzgün, öfkeli ya da hayal kırıklığına uğramış hissetmesine her izin verdiğinde Devin’in empati potansiyeli arttı. Çünkü bu sayede, yaşadığı zorluklar başkalarının acılarını anlamak ve tanımlamak için bir fırsat haline gelmiş oldu. Ebeveynleri Devin’i üzgünken de desteklediler elbette, ancak onun dikkatini dağıtmadılar ya da hislerini reddetmediler.

Bunu, Devin daha küçük yaştayken büyükannesi gidiyor diye ağladığında aklını üzüntüsünden uzaklaştırmak için ona kurabiye vermek yerine ona birkaç dakika daha sarılarak yapıyorlardı. Devin’in büyüdükçe daha büyük hayal kırıklıklarıyla yüzleşmesi gerekti doğal olarak. Ortaokul gezisinde iki arkadaşının onu yalnız bırakması sonucu otobüste tek başına oturmak zorunda kaldığı zamanki gibi. Bu sefer de ebeveynlerinin, okuldaki herkesin ondan nefret ettiği ve sonsuza dek arkadaşı olmayacağı ile ilgili korkularını dinlemeleri gerekmişti. Böyle zamanlarda, ebeveynleri onu bir an önce mutlu etmek ve önerilerde bulunmak istiyorlardı aslında, ama bunun yerine onu sevgiyle dinlemeye ve duygusal acının nasıl hissettirdiğini deneyimlemesine izin vermeye gayret ettiler. Kendini ifade ettikten ve deneyimiyle ilgili konuşmaya hazır hale geldikten sonra bu problemi nasıl çözecekleri üzerine konuşmaya ve olayla ilgili daha fazla soru sormaya başladılar. Ancak her seferinde, önce duygularını yaşamasına müsaade ettiler.

Empati hakkında ne kadar çok düşünür ve onu ne kadar çok uygularsak, empati becerimiz de o kadar gelişir.

2016 yılında öğretmenlerle yapılan bir araştırma bu düşünceyi destekliyor. Kaliforniya’daki beş farklı ortaokuldan bir grup öğretmenden, birkaç ay arayla öğrencilerin “yaramazlıklarının” altında yatan sebepleri (ergenler arasındaki zorlayıcı toplumsal dinamikler, vücutlarında ve beyinlerinde gerçekleşen biyolojik ve hormonsal değişimler gibi) belirtmelerini gerektiren iki ayrı online anketi tamamlamaları istendi. Öğretmenler araştırma hakkında bilgi sahibi olduktan sonra akademik başarı ile güvenli, öğrenciyi önemseyen ve saygılı bir eğitim ortamı arasındaki bağlantıyı gösteren öğrenci hikâyelerini dinlediler. Anketler, öğrencilerin duygu ve davranışlarının, öğretmenleri tarafından önemsendikleri ve değerli görüldükleri takdirde geliştiğini vurguladı.

Muhtemelen sonuçları tahmin edebilirsiniz. Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında – ırk, cinsiyet, aile geliri ve hatta öğrencilerin başlarını ne sıklıkta derde soktukları önemli olmaksızın – öğretmenlerden öğrencilerinin deneyimleriyle ilgili düşünmeleri istendiğinde uzaklaştırma verilme oranı düştü. Hatta, bu “empati eğitimi”ne katılan öğretmenlerin öğrencilerinin uzaklaştırma alma ihtimali yarı yarıya indi. Özellikle de, uzaklaştırmaların kronik işsizlik ve hapis cezası gibi çok ciddi negatif sonuçlara yol açtığını göz önünde bulundurduğunuzda bu değişim çok daha önemli bir hale geliyor.

Çok sayıda bilimsel çalışma, yalnızca çocuklarda değil, yetişkinlerde de empatinin ne kadar güçlü bir özellik olduğunu gösteriyor. Empati, her birimizin sadece bir “ben” değil, birbirine bağlı bir “biz”in parçası olduğumuzu hatırlamamıza olanak sağlıyor. Bu birleşimi benimsemek, başkalarını önemsememize ve bunun yanı sıra hayatımızı anlamlı, etkileşimli ve daha büyük bir şeyin parçası olarak yaşamamıza imkan veren tamamlanmış bir kişilik oluşturmamıza yardımcı oluyor.

Çocukları sevgi yumağına sarıp, başarısızlıklarının önünde kalkan olmanın maliyeti ne? Psikolojik bağışıklık sistemi gelişmiş ve hayatla mücadeleye hazır çocuklar yetiştirmek için atılacak adımlar nedir?  Aile sofraları ve tatiller nasıl önemli birer fırsat olarak kullanılabilir? Çocuğunuzun iç huzuruyla yaşaması için ne yapmak ve nelerden kaçınmak uygundur?

* * *

Devam eden ve sonuçlanmayan bir toplantıya ara verip öğle yemeğine çıkmak ya da bir sandviç söyleyip toplantıya devam etmek…

Hangi seçeneği tercih ederdiniz?

Bu, sıradan ve basit bir karar gibi gözükebilir, oysa neyi tercih ettiğiniz sahip olduğunuz değerlerle ilgili. Zira fark etsek de etmesek de sadece önemli olan değil, her gün verdiğimiz onlarca önemsiz kararın arkasında da davranışlarımızın nedeni olan değerler var.

Değerlerimiz nasıl ve ne zaman oluşuyor?

Davranışlarımızın pusulası olan değerler sistemimiz, hayatımızın iki kritik döneminde oluşmaya başlar. Birinci dönem, çocuğun bütünüyle ailenin etki alanında olduğu 4-8 yaş dönemidir. Henüz soyutlama yeteneğine sahip olmayan bu yaştaki çocuklar, soyut kavramlar olan değerleri anne-babasını ve çevresindekileri taklit ederek hayata yansıtırlar. Ritüelleri taklit yoluyla uygularlar. Büyükleri namaz kılıyorsa namaz kılar, babasının tuttuğu takımın renklerini giyer (ya da giydirilir), anlamasa da takımın galibiyetlere sevinir veya üzülürler.

Değerlerin oluşmasında ikinci kritik dönem de, çocuğun ailenin etki alanından çıkıp, akran etki alanına girdiği 12-16 yaş dönemidir. Ergenliğe eriştiği bu dönemde, soyutlama olgunluğuna da erişen genç, değerleri içselleştirir.

Fakat buradaki püf nokta şudur; birinci dönemde değerler sağlam ve güçlü bir şekilde kazandırılırsa, ergenlik döneminde kısa süreli ve küçük savrulma ve sarsıntılar olsa bile genç birey, ailesinin sosyal, dini, politik ve ahlaki değerlerini benimser.

Özetle, çocuğun aile hayatında elde edebileceği en büyük kazanım, ailenin idealindeki değerleri benimsemesidir. Hemen her aile çocuğunun doğru, dürüst ve iyi ahlaklı olmasını ister ancak bu özellikler sözle anlatarak ve kendiliğinden olmaz; ailenin önem verdiği konular, çocuğun yaşam boyu sahipleneceği değerlerin kozasını oluşturur.

Çocuklar “başarı kavramıyla” nasıl zehirlenir?

İşte tam bu noktada birçok ailenin farkında bile olmadan yaptığı bir hata var: Çocukları, küçük yaştan başlayarak başarı kavramıyla zehirlemek.

Akşam sofralarının sohbet konuları genellikle ödevler, sınavda alınan sonuçlar ve çocuğun performansının sınıf, okul, il ve ülke performansıyla kıyaslanmasına dayanıyor. Bunun doğal sonucu olarak da çocukta kendi kıymetini akademik ya da rekabete dayalı alanlardaki başarısının oranıyla ölçtüğü bir zihniyet gelişiyor.

Çocuk başarılı olduğunda, “iyi, doğru, değerli ve yakışıklı/güzel” olacağına inanıyor. Oysa başarısızlık hayatın en doğal parçası. Bir başka ifadeyle “her faninin başarısızlığı tatması kaçınılmazdır.” Hiç başarısız olmadığını söyleyen kişi, eğer yalan söylemiyorsa, sınırlarını hiç zorlamamış ve konfor alanının dışına hiç çıkmamış, hiç güçlük yaşamamış ve sahip oldukları kendisine sunulmuş demektir. Başarısızlık insanı olgunlaştırır, derinlik kazandırır, bilgelik yolunda geliştirir ve empati duymasını sağlar. Başarısızlık insana sınırlarını nereye kadar zorlaması gerektiğini gösterir.

Başarılı olduğu zaman kendisini değerli hisseden çocuk, başarısız olduğu zaman olumsuz duygularını yönetmekte zorlanır ve değersiz olduğunu kabul etmekte zorlanır. Bunun sonucunda da, başarısızlığının nedenini kendi dışında aramaya yönelir (öğretmen öğretmediği yerlerden sordu), çok kolay yalan söyler ve fırsat varsa da hile yapar (hak etmediğine el uzatır, örneğin kopya çeker). Akademik başarısına odaklanan ailesinin arada verdiği iyi, doğru ve dürüst olmak yönündeki nasihatlerin hiçbir anlamı yoktur.

Değerler bedel ödetir

Değerler, kişiler için hazzından ve menfaatinden vazgeçmeyi gerektirir; hayatı zorlaştırır, çözümleri güçleştirir, maliyeti artırır. Çoğu zaman da can sıkıcıdır fakat karşılığında uzun vadede itibar, saygınlık ve güvenilirlik kazandırır. İç huzuru ile yaşamaya imkân verir. Bunun gerçekleşmesi için ise vicdana yatırım yapılması gerekir.

Eğer çocuk değerinin sadece ve sadece başarıyla ölçüldüğü inancıyla yetiştirilir, vicdan gelişimine sistemli olarak yatırım yapılmazsa, zorlandığı durumlarda kolay olan kestirme yolu seçer ve bunun için kendisini rahatlatacak bir bahane bulur. Zira her insanın içinde hem elindeki imkânlardan kolay yoldan yararlanmak, hem de aynaya baktığı zaman kendisini saygıdeğer biri olarak görme eğilimi vardır.

 

Kıymetli bir deneyim olarak başarısızlık

Başarısızlığın ayıp, kötü ve yanlış olduğu inancından çocukları uzak tutmak gerekir çünkü başarısızlık değerli bir deneyimdir. Önemli olan, “bu deneyimden ne öğrendin?” sorusuna kişinin etki alanından bir çözüm bulması ve alternatif davranış geliştirmesidir. Bunu sağlamak için çocuklara, başarısızlığın gelişme yolunda bir fırsat olduğu anlatılmalıdır. Zira başarısızlık ve o başarısızlıkla ilgili gerçekçi bir geri bildirim, gelişim yolundaki en değerli fırsattır çünkü “Geri bildirim şampiyonların kahvaltısıdır.”

Günümüzde çocuklarımızın önemli bir bölümü çok iyi besleniyor ancak fazlasıyla sevgi dolu aileleri onları bu değerli geri bildirim gıdasından yoksun bırakıyor. Bu da gençlerin psikolojik bağışıklık sisteminin yeteri kadar gelişmemesine neden oluyor ve onları hayatın doğal güçlükleriyle mücadele edecek donanımdan yoksun bırakıyor.

Çözüm nerede?

Çocuklara aile değerlerinin kazandırılacağı çok önemli iki zemin var.

Bunların birincisi, aile üyelerinin toplandığı akşam sofraları ve hafta sonu kahvaltılarıdır. Bu tür bir anlayış değişikliği için atılabilecek dev adımın başlangıcı da ilgiyi televizyon haberleri ve sosyal medyadaki gelişmelerden uzaklaştırmak; çocuğun ödev, ders ve sınav sonuçları konuşulsa bile, bu meselelerin her daim sohbetin ağırlıklı konusu olmasına izin vermemek olabilir. Çocuğun akademik gelişimi ile ilgili konuşmaların yanı sıra haftada birkaç defa şu soruların gündemi oluşturması ve çocuğun da konuşmaya dahil edildiği bir sohbette şu soruların sorulması yararlı olur:

“Bugün/bu hafta kime yardım ettin?”
“Kimden yardım istedin?” (Yardım istemek zayıflık değil güçlülüktür, yardım isterseniz sizden yardım isterler)
“Bu hafta hangi arkadaşının başarısına katkıda bulundun? “
“Sahip olduğun için kendini şanslı ve ayrıcalıklı hissettiğin neler var?”
“Bunların varlığı hayatını nasıl etkiliyor, yokluğu nasıl etkilerdi?”
“Senden daha az şanslı insanlar için ne yapmayı düşünüyorsun?” (Suriyeliler, imkânları dar olan okullardaki öğrenciler)

Bu ve benzeri sorularla düzenli olarak karşılaşmak, çocuğun dünya görüşünde ve hayata bakışında büyük fark yaratır. Böylece dünyada sadece kendisinin var olmadığını, çevresindeki insanların ve kurulu sistemin onun ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç olmadığını anlamasına yardım eder. Kendisinden daha az şanslı insanlara karşı borçlu hissetmesine ve en önemlisi “vicdan” geliştirmesine yardımcı olur.

Enerjimizi nereye koyarsak hayat orada gelişir

Anne ve babaları çocuklara “iyi ol, doğru ve dürüst ol” diye nasihat ettikleri için onların bu özellikleri kazanmalarını beklemek gerçekçi değildir. Çocukların vicdanlarının temelinin atılacağı dönemde, en çok önem verilen şey, başkalarının önüne geçerek başarılı olmalarıysa, onlar da vicdanı gelişmemiş yetişkinler olarak, umutsuzca başarı alanında mücadele ederek yaşarlar.

Aile sofraları dışında, ergenlik dönemine kadar ve ergenliğin ilk yıllarında çocuklara değerlerin kazandırılacağı ikinci zemin de, ailenin birlikte yapacağı tatillerdir. Nasıl ve nerede yapılırlarsa yapılsınlar, tatiller anne ve babanın gündelik hayat sorumluluklarından bir ölçüde uzakta, çocuğun iç dünyasına odaklanmasına imkân verecek fırsatlardır. Ancak ne yazık ki birçok aile tatilini, çocukları kendininkiyle yaşıt olan arkadaşlarıyla birlikte geçirerek bu önemli fırsattan yararlanmıyor. Böylece tatiller çocukların da yetişkinlerin de kendi dünyalarında yaşadığı bir hal alıyor. Bu da çocuğun dünyasına girme, onun zihnini meşgul eden konular konusunda derinlemesine sorular sorarak onu konuşturma fırsatının kaçırılmasına neden oluyor.

Vicdan azap vermek için vardır

Eğer bir yetişkin, eyleminin doğru olup olmadığını düşünüyorsa, büyük bir ihtimalle doğru değildir. “Herkes neler yapıyor, benimki de bir şey mi?” düşüncesi, kişinin vicdanının sesini susturmak için bulduğu bir savunma mekanizmasıdır. Vicdan azap vermiyor ve rahatlatıyorsa, kişi uygunsuz eylemine kılıf uyduruyor demektir. Aydınlar da toplumun vicdanıdır. Topluma azap vermeleri, toplumun canını sıkmaları ve onu düşündürmeleri gerekir. Topluma azap vermeyen, toplumdaki baskın düşünceden farklı görüştekilerle empati kurulmasına aracılık etmeyen kişilere aydın denmez.

Özetle, vicdan içimizdeki yargıçtır. “Eylemimi kimse bilmese de ben bileceğim”, “Eylemimi anne ve babama, eşime ve çocuklarıma çekinmeden söyleyebilir miyim?”, “Eylemimi beni yetiştiren ilkokul öğretmenim duysa ne der?”, “Çocukluğumu veya gençliğimi geçirdiğim kasabanın gazetesi bu eylemimi yazsa, beni tanıyanlar ne düşünür?” sorularına verilecek cevaplar kişinin pusulasının doğru istikameti göstermesine yardımcı olur.

Unutmamak gerekir ki, bir düşünürün dediği gibi, “İnsanları ahlak yönünden eğitmeden (vicdanını geliştirmeden) eğitmek, toplumun başına bela etmektir”.

Son söz

Bir değere sahip olup olmadığımızı anlamanın en kestirme yolu, bu değer için ödediğimiz veya ödemeyi göze aldığımız bedeldir, çünkü “hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir”

KAYNAK: Prof. Dr. Acar Baltaş

ÇOCUKLARINI büyütürken bakıcılara emanet ediyor, bir müzik aleti çalması için müzisyen tutuyor, spor için bir spor hocası ayarlıyor, ders çalışması ve yol haritası için ‘koç’tan destek alıyor. İyi bir gelecek için iyi okulları eğitim danışmanları seçiyor ve planları onlar yapıyor. İşte yeni çağın zengin ailelerinin yeni tanımı ‘taşeron ebeveynler’. Bu tanımı yapan göç ve eğitim sosyolojisi alanında çalışan Dr. Çetin Çelik. Doktorasını 2012’de Bremen Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladıktan sonra Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde görev yapan Çelik, 2015-2018 yılları arasında TÜBİTAK, 3501 Genç Kariyer Fonu ile yürüttüğü “Toplumsal Sınıfın Sosyal Sermaye Yoluyla Okul Başarısına Etkisi: Aile-Okul İlişkileri” konulu çalışması aile yapılarını kapsıyor. Yakında bulguları İngilizce ve Türkçe bir kitap halinde yayınlanacak olan araştırmada kuşkusuz en dikkat çeken aile yapısı ‘taşeron ebeveynlik’.

ÖZEL OKUL VELİLERİNİN YOL HARİTASI İNCELENİYOR

İstanbul’da yaşayan özel okul velilerinin yol haritasını inceleyen Çelik, ailelerin sosyal ve kültürel sermaye olarak hangi ebeveynlik modeline denk düştüğünün izlerini araştırıyor. Saha tecrübelerindeki gözlemlere dayanarak okul-veli arası ilişkilerin dinamiklerini bulmaya çalışıyor. Veri topladığı okulları, o okuldaki öğrencilerin ebeveynlerinin gelir ve eğitim düzeyine göre alt, orta ve üst sosyoekonomik gruplara ayıran Çelik, her bir gruptaki ailelerin çocuklarının okulda başarılı olması için farklı stratejiler geliştirdiğini iddia ediyor.

VELİLER KENDİSİ GİBİ YETİŞTİRECEK OKULA VERİYORLAR

Üst sosyoekonomik gruptaki ebeveynlerin stratejilerini ‘taşeron ebeveynlik’ olarak tanımlayan Dr. Çelik, bu stratejiyi şöyle tanımlıyor:

Bu grup hem geliri hem de eğitimi yüksek olan velilerden oluşuyor. Bu gruptaki veliler genelde yurtdışından diplomalı, yurtiçinde ise Boğaziçi, ODTÜ gibi üniversite mezunları. Çocuklarının en az iki dil bilmesini ve bir dünya vatandaşı olarak yetişmesini arzuluyorlar. Gelirleri yüksek olduğu için kendi hayat tarzlarına ve hedeflerine benzer eğitim tarzları ve vizyonları olan pahalı özel okullara çocuklarını kayıt ettirebiliyor ve onların dünya vatandaşı olma hedefine yürümesi için gerekli olan eğitimi okul ve okuldaki uzmanlara bırakıyorlar. İşte biz buna taşeron ebeveynlik diyoruz. Çünkü veli adeta onu kendisi gibi yetiştirecek bir okula vererek kafasını rahatlatıyor. Bu gruptaki veliler devlet okullarına mahkûm olmamanın, ekonomik güçle her türlü özel ders desteğine ve yurtdışı eğitime ulaşmanın konforunu yaşıyorlar.

ÇOCUĞU KİŞİ VE KURUMLARA DEVREDİYORLAR

Çocuklarını gönderecekleri okulları daha küçük yaştan itibaren seçiyorlar. Sosyoekonomik açıdan üst veli grubunda olan bu aileler ekonomik kaynakları ile çocuğun kültürel sermaye oluşturmasını taşeron kişi ve kurumlara devredebiliyorlar. Okul çocuğun spor, müzik gibi gerekli olan faaliyetlerini yerine getirmeyi üstleniyor. Ücretli tutulan öğretmen ve uzmanlar özel dersler yoluyla çocukların kültürel sermaye donanımlarını zenginleştiriyor. Gelecek endişesi uzman kişi ya da kurumlarca azaltılıyor. Bu kişi ve kurumlar bir nevi taşeron ebeveynlik hizmeti veriyor. Ancak bu düzeydeki bir mutsuzluk kaynağı ulusaldan ziyade küresel rekabet ortamına çocukların uluslararası sertifikalar, eğitim programları ile eklemlenmesinden doğabiliyor. Bu tarihsel olarak yeni bir fenomen, üst sınıfın kültürel sermayesi artık ulusal sınırlar içerisinde toplanabilen sermaye ile değil küresel bir eğitim ile ölçülüyor.

‘PROJE ÇOCUK’ OLGUSU

Uluslararası kurumlar, eğitim koçları gibi unsurlar ebeveynlerin çocuklarına ‘proje çocuk’ olgusu ile yaklaşmasına neden olabiliyor. Taşeron aileliği taşeron tanımından hareketle isimlendiriyoruz. Çünkü taşeronluk, büyük bir işi yapmayı üstlenen bir üstenciden iş alan, işin herhangi bir bölümünü onun hesabına yapan ikinci, üstenci demektir. Bizim çalışmamızda da üst gelir grubundaki aileler ile çocuklarını gönderdikleri okul arasındaki kültür ve amaç birliğinden ötürü çocuklarının dünya vatandaşı olarak yetiştirilmesi işini okula taşere ediyorlar. Bu durum alt ve orta sosyoekonomik gruptan aileler için geçerli değil. Çünkü alt sınıftan ailelerin ekonomik zorlukları, çocuklarının gittiği okulların dezavantajlı altyapısı ve sınırlı kaynakları bu gruptaki çocukları devlet okullarının çizdiği sınırın dışına çıkmasına izin vermiyor. Orta sosyoekonomik sınıftan eğitimli ancak ekonomik geliri sınırlı aileler ise çocuklarını gönderdikleri okullarının yeterli olmadığını biliyor ve sıklıkla anne işi bırakarak açığı kendi kapatmaya çalışıyor, yani helikopter annelik yapıyor.

AZ GELİRİ OLAN AİLE GRUBU

– GELİRİ az, eğitim seviyesi düşük anne-babalar çocuklarının iyi bir liseye gitmesini istiyor. Ama okulların giderek özelleşmesi, dershane ya da özel ders ücretleri bu grubun elini kolunu bağlıyor. Anne-babalarda müthiş bir korku ve endişe var. Çocukların lise sınavlarına hazırlanmak için tek kaynağı kendi okullarından verilen çoğu zaman ücretsiz olan ya da cüzi bir para karşılığında verilen etüt dersler. Bu grupta anneler öğretmen çocuğun notunu yükseltsin diye okul ile sürekli çatışıyor, çocuklar ise tedirgin ve sınav dönemi yaklaştıkça psikolojik sorunlar ortaya çıkıyor. Okulun rehberlik öğretmenleri bu sorunları sanki bireysel psikolojik sorunlarmış gibi kişiselleştiriyor, örneğin “Bu çocuğun sınav kaygısı var”, “Dikkat sorunu var” gibi. Ama biz grupları karşılaştırdığımızda görüyoruz ki bu tür semptomlar alt grupta yaygın. Bu da aslında sorunun bireysel değil sınıfsal olduğunu gösteriyor. Sonuçta da alt gruptaki ailelerde korku, endişe yüksek, devlet okulları içindeler ve oyunun dışına gelir, eğitim ve bilgi kısıtlı olduğu için çıkamıyorlar. Ya meslek ya imam hatip sıklıkla gittikleri okul oluyor.

ORTA DÜZEY AİLELER

– Eğitim seviyesi yüksek ama geliri çocuklarını pahalı özele okula göndermeye yetmeyen orta sınıftan veliler ise çocuklarının eğitim kalitesini arttırmak için iki yol izliyor. Kiraların pahalı olduğu sitelere taşınarak sitenin içindeki ya da yakınındaki devlet okulunu, diğer kendileri gibi olan velilerle neredeyse resmen kapatıyorlar. Müdüre de düzenli bağış yaparak bu okullara site dışından öğrenci alınmamasını sağlamaya çalışıyorlar. Bu yolla devlet okulunu adeta özel okul gibi yapmaya çalışıyorlar. Diğer bir yol da anneler işi bırakarak çocuklarının eğitimine adıyor kendini. Çocuğuyla kursa, yüzmeye, sanat faaliyetlerine gidiyor, onunla birlikte ödev yapıyorlar. Buna ‘helikopter anne’ diyoruz. Bunlar adeta bir helikopter gibi çocuğun üzerinde duruyor ve onu sınava, iyi bir liseye hazırlıyor. Orta gelir grubundaki aileler kaynakları oranında çocuklarını özel liselere kaydırarak ailenin tüm kaynaklarını (ekonomik ve manevi, örneğin anne kendini ve kariyerini feda ediyor, yüklü özel ders taksitleri ödeniyor vs.) bu uğurda harcıyorlar. Çocuklar bazen ‘iyi’ bir okula gidebiliyor bazen de biraz daha alt bir liseye giriyor.

NURAN ÇAKMAKÇI

“Çok aptalım,” diye söyleniyor çocuğunuz mutfak masasında. Yumruğunu masaya vuruyor ve homurdanıyor.

Bir yazı ödevi üzerinde çalışıyor. Yazmak ona hiç kolay gelmiyor. Önündeki sayfayı dolduran silgi artıkları, bir önceki girişiminden pek de memnun olmadığını gösteriyor.

“Sen aptal değilsin tatlım,” diyorsunuz yumuşak bir sesle.

Kağıdı buruşturuyor ve “Evet, öyleyim! Çok aptalım! En aptal benim!”

Başınızı ellerinizin arasına alıyorsunuz.

Acaba abartıyor mu? Gerçekten aptal olduğunu mu düşünüyor?

Çocuğunuz kendi kendine negatif şeyler söyleyip duruyorsa, refleks olarak onu durdurmak istersiniz. Ona biraz güven vermek ya da düşüncelerinin yanlış olduğuna onu ikna etmek istersiniz.

Ne yazık ki ağızlarından dökülen sözler duygularıyla aynıdır. Kendilerini “sevilebilir” ya da “harika” (siz öyle olduğunu söyleseniz de) hissetmezler. Kendilerini “aptal” ve “dünyanın en kötü çocuğu” gibi hissederler.

Bu durumu düzeltmek için harekete geçmek yerine altta yatan duyguyu ve içsel bocalamaları anlamak için şunları deneyebilirsiniz:

  • Empati kurun:  Kendinizi onların yerine koyun ve neler hissediyor olabileceklerini anlamaya çalışın. “Bu yazı ödevi bayağı zor galiba?” ya da “Canın bayağı sıkılmış gibi görünüyorsun!” Eğer aklınıza söyleyecek bir şey gelmiyorsa, basit bir cevabı deneyin: “Çok sert oldu bu” ya da “Biraz araya ne dersin?”
  • Meraklanın:  Bazı çocuklar problemi kelimelere dökmek konusunda zorluklar yaşar. Durumu birlikte çözmeye başlarsanız, kendilerini gerçekten rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlayabilirler belki. “Bu ödev bugün seni neden bu kadar zorladı?” ya da “Bütün yazı ödevleri mi zor geliyor yoksa sadece bu mu?”
  • “Senaryoyu” baştan yazın:  Sorunu keşfettikten sonra yeniden denemek için bazı yeni ifadelere başvurabilirsiniz. “Yazı yazmak çok zor. Çocuğunuz “Ben aptalım” yerine “Yazmak için çok uğraşmam gerekiyor” ya da “Ne yapalım, hata yapmak da öğrenmenin bir parçası” diyebilir.
  • Problemi birlikte çözün:  Soruna bir çözüm önerme ya da çocuğunuzu sizin için doğru olan bir çözüme yönlendirme dürtünüze karşı gelin. Sorun üzerinde birlikte çalışın. Bazen basit bir çözüm yoktur ya da hızlı bir düzeltme işe yaramaz. Çünkü cevap, “Çalışmaya devam etmem gerekiyor” ya da “Hedefe ulaşmak için çalışmam lazım” olabilir.
  • Düşüncelere ve duygulara meydan okuyun:  Duygular gelir ve gider, sizi tanımlamazlar. Çocuğunuz kendini sevilmeyen biri gibi hissedebilir. Ama bir şeyi hissetmek, onun doğru olduğu anlamına gelmez. Bir insan bocalayabilir, ama bu aptal biri olduğu anlamına gelmez. Çocuğunuzun zor bir şeyin üstesinden geldiği ve kendine güven ve heyecan duyduğu zamanlar hakkında konuşun.

 

Başka ne yapabilirsiniz?

Çocuğunuza yardımcı olmak için can atıyorsunuz ama zihin negatif düşünceye saplanıp kaldıysa pozitif ve güven veren yorumları kabul etmek her zaman kolay olmayabilir. İlk etapta biraz dirence karşı hazırlıklı olun. Özellikle de çocuğunuz bir şeylere farklı açılardan bakmaya alışık değilse.

Çocuğunuz için destek ve teşvik dolu bir ortam yaratın ve hayal kırıklığına karşı toleranslı olmayı öğretin. İşte birkaç ipucu:

  • Seçim Hakkı Verin: Çocuğunuza gün boyunca, kendi kıyafetlerini seçmek, öğle yemeklerini seçmek ya da ödevlerini nerede yapacağına karar vermek gibi seçimler yapma şansı verin. İyi seçimler için olumlu geribildirimde bulunun ve eleştirilerinize dikkat edin! Eğer onlara seçme hakkı veriyorsanız, negatif fikirleri kendinize saklayın.
  • Mükemmel Olmamayı Normal Karşılayın:  Herkes hata yapar. Siz bile! Hatalar karşısında endişesiz tepkiler verin. Hayal kırıklığıyla baş etmenin sağlıklı yollarını modelleyin. Mesela bağırdıktan sonra özür dileyin ya da bir yanlış anlamadaki payınızı kabul edin.
  • İyiye Odaklanın:  Her şeye kusur bulmak ya da sürekli değiştirilmesi, düzeltilmesi ya da temizlenmesi gereken şeylere odaklanmak yerine rahat olmayı öğrenin. İlişki kurmak ya da ilişkileri tamir etmek, dağınık bir odayı toplamaktan daha önemli olabilir. Her negatif cümleniz için 5 pozitif cümle kurmaya çalışın.
  • Bağımsızlığı Teşvik Edin:Çocuklar doğru kararlar vermek ya da odaklanmak için ebeveynlerinin yardımına ihtiyaç duysa da, sürekli yönlendirme onlara “Tek başına yapamazsın” mesajını verir. Problemi birlikte çözün ya da birlikte beyin fırtınası yapın. Bir çözüm önermesi için çocuğunuza fikrini sorun.
  • Azimle Çalışmaya Değer Verin:  Başarıya, bir engel aşmaya ya da bir hedefe doğru yaklaşmaya götüren küçük adımlara odaklanın. “Bu ….. için gerçekten çok çalışıyorsun” ya da “Ne kadar çok uğraştın!” gibi sözler, çocuğunuzun en sondaki ödülden çok sürecin faydasına odaklanmasını sağlar.
  • Destek Alın:  Eğer bir süredir çocuğunuzla bu konuda çalışıyorsanız ve o hala kendisi hakkında negatif şeyler söylüyorsa, hatta kendisine ya da başkalarına zarar verme tehdidinden bulunuyorsa, o zaman bir psikologdan ya da danışmandan destek almanın zamanı geldi demektir.

Ellerinizi kaldırıp baktığınızda, çocuğunuzun gözleriyle karşı karşıya geliyorsunuz.

“Bu çok can sıkıcı bir ödev sanırım.”

“Evet” diye cevap veriyor.

“Nasıl yardım edebilirim sana?” diye soruyorsunuz.

Omuzlarını silkip “Benim yerime yapabilirsin” diye cevap veriyor.

İkinizde gülüyorsunuz.

Bu, ödevi değiştirmiyor ama en azından “aptal” kelimesini kullanmadan ödev hakkında konuşmanızı sağlıyor.

Kaynak: http://imperfectfamilies.com/2016/03/14/childs-negative-self-talk/

Çocuklar yetişkinlerin sözünü dinleme konusunda hiçbir zaman iyi olmadılar, ancak onları taklit etme konusunda üstlerine yok.” – James Baldwin

Ebeveynlik uzmanı olduğumu iddia etmiyorum. Ancak çocuklarla oynayarak epey zaman geçirdim ve diğer ebeveynlerin benimle paylaştıklarıyla beraber çocuklar hakkında az çok bilgim var diyebilirim. İnsanlar bana en çok, “Her şeyi denedim ama hiçbiri işe yaramıyor, çocuğuma istediğimi yaptıramıyorum,” diye yakınıyorlar. Bu şikayetler genelde çocuklara sebze yedirmek, onları uyutmak ve ev işlerinde yardımcı olmalarını sağlamak gibi evrensel ebeveyn dertleri ile ilgili oluyor. Bunlar oldukça önemli meseleler aslında. Çocuklarımızın sağlıklı, zinde ve sorumluluk sahibi olmalarını istiyoruz elbette, ancak aslında onlardan beklediğimiz bu davranışlar, sağlıklı ve sorumluluk sahibi olma değerlerini temsil ediyor. Bu değerleri çocuklarımıza kazandırmayı başarırsak, onlara hayat boyu hizmet edeceklerini biliyoruz.

Ebeveynlerin ve okuyucularımın bu konuda nasıl bir çıkmazda olduklarını anlıyorum. Ancak naçizane tavsiyem oldukça basit: Denemeyi bırakın. 

Çocukların tabaklarına sağlıklı yiyecekler koyabilirsiniz, ama bu yemekleri onlara zorla yediremezsiniz. Yataklarına yatmalarını sağlayabilirsiniz, ancak onları zorla uyutamazsınız. Onları ödüllendirmeden ya da cezalandırmadan odalarını toplamalarını sağlayamazsınız. İşte tüm bunlar yüzünden, denemeyi bırakın.

Ebeveynlere aslında her şeyi denemediklerini söyleyebilirim. Sonuçta, çocuğunuza istediğiniz şeyi yaptırmak için her zaman tatlı bir “rüşvet” sunabilir ya da nahoş bir ceza tehdidinde bulunabilirsiniz. Ancak hiç kimsenin ceza ve ödül kısır döngüsüne girmesini tavsiye etmiyorum. Ödüller ve cezalar, o an işe yarar gibi görünür – dondurma sözü çocuğunuzun biraz bezelye yemesini veya oyuncaklarını alma tehdidi odasını toplamasını sağlayabilir – ancak doğası gereği insan, bunların doğal sonuçlar olmadığının farkındadır; ödüllerin değerinin ve cezaların ağırlığının düzenli olarak artırılmasını bekler, aksi takdirde işlevsellikleri kaybolur. Sorun sadece bu da değil: Çocuklarımızın uzun vadede bu yöntemden öğreneceği ders, yani motivasyonun birilerinin onayına veya reddine bağlı olduğu düşüncesi, onlar için kesinlikle istemediğimiz bir şey. Kişisel değerler insanın içinden gelmelidir, dışarıdan biri tarafından dayatılmamalıdır. Yoksa bu itaate dönüşür ve bu çirkin, hatta tehlikeli bir özelliktir.   

Çevremizde sözlü olarak kendimizi nasıl ifade edersek edelim, gerçek değerlerimizi (sahip olmayı istediğimiz değerlerin aksine) en doğru şekilde her zaman davranışlarımız ortaya koyar. Örneğin, abur cubur tükettiğimizde kolaylığa veya lezzete sağlıklı yemekten daha çok değer verdiğimizi gösteririz. Yeterince uyumadığımız zaman işimize, hobimize ya da izlediğimiz televizyon dizilerine dinlenmekten daha çok değer verdiğimizi ortaya koyarız. Evimizin kirlenmesine ve dağılmasına izin verdiğimizde de düzenli bir eve sahip olmaya verdiğimiz değerin başka şeylere verdiğimiz değerden daha az olduğunu göstermiş oluruz.

Gözlemlerime göre, eğer çocuğunuza bir değer öğretmek istiyorsanız, yapmasını istediğiniz şeyi ona zorla yaptırma çabanızdan vazgeçmelisiniz. Eğer sağlıklı yemeye değer veriyorsanız, sağlıklı yemekler yiyin. Dinlenmeye değer veriyorsanız, yeterince uyuyun. Odanızın düzenli olmasına değer veriyorsanız, odanızı düzenli tutmaya bakın. Çünkü, çocuklarınız zamanla sizi taklit etmeye (veya etmemeye) başlayacaklar, işin sonunda onlara bu değerleri kazandıran sizin örnek davranışlarınız olacak. Ancak bu elbette onlar hazır olduğunda gerçekleşecek.

İstediğiniz değerleri başka insanlara aşılayamazsınız, onlara ancak rol model olabilirsiniz. Aynı şey ahlaki değerler için de geçerli.

Kaynak: https://teachertomsblog.blogspot.com/2019/03/so-quit-trying.html

Araştırmaya göre ergenlik dönemindeki çocuklar için en ideal ödev süresi günde yaklaşık bir saat.

Ergenleri oturup ödevlerini yapmaya ikna etmek hiç kolay bir iş değil. Ancak her gece kesintisiz olarak saatlerini ödevlere vermeye değer mi gerçekten? İspanyol ortaokul öğrencileri üzerinde yapılan yeni bir araştırmaya göre bu sorunun cevabı hayır. Araştırmaya göre ergenlik dönemindeki çocuklar için en ideal ödev süresi günde yaklaşık bir saat.

Oviedo Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, yaş ortalaması 13 olan 7,451 ergenin matematik ve fen bilimleri ödevlerini ve test sonuçlarını araştırdılar. Ödeve ayrılan toplam süreyle çocukların başarıları arasında bir ilişki buldular. Ancak araştırmacılar, toplamda her akşam bir saat ödevin kesin olarak daha iyi test sonuçlarına sebep olacağını söyleyemeyeceklerini de kabul ediyorlar.

Bu konuda daha önce yapılan araştırmalar hem tutarsız hem de yetersiz. Bazıları ödevin ergenler üzerindeki pozitif etkilerini gösterirken, bazıları negatif etkilerinden bahsediyor. 2012 yılında İngiltere Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı bir araştırmaya göre günde iki ya da üç saat ödev yapmak, testlerde en yüksek sonuçları elde etmeyi sağlama konusunda oldukça etkili. 2014 yılında Stanford Üniversitesi’nde yapılan bir başka araştırma ise çok fazla ödevin çocuklar üzerinde negatif etkileri olabileceğini ortaya koydu.

Ödev bir rutin oluşturmaya ve mesleki yaşam için de faydalı olabilecek öğrenme becerilerini geliştirmeye yardımcı olabilir. Diğer taraftan akşamları evde çalışmak, sağlıksız iş ve yaşam dengesinin ilk adımları olarak da görülebilir. Ayrıca uyumak yerine ders çalışmanın akademik sakıncaları olduğuna dair araştırmalar da bulunuyor.

Her Çocuk Aynı Değil

Araştırmadaki çocukların, “ideal” miktarda ödev yapmanın sonucu olarak daha başarılı olup olmadıkları belli değil. Farklı becerileri olan çocuklar, ödevlerini tamamlamak için farklı süreler ayırıyor olabilirler. Eğer ödev yapmak için “ideal” bir süre olduğu fikrine katılıyorsak, o zaman daha hızlı çalışan çocukların, daha yavaş çalışan çocuklardan daha fazla ödev yapması gerektiğini savunuyor oluyoruz. Bu da, en hızlı – ve muhtemelen en becerikli – öğrenciler için oldukça caydırıcı bir faktöre dönüşüyor.

Araştırmaya göre ödev, onu bitirmek için harcanan zamandan çok, sonuçları üzerinde daha fazla etkiye sahip. Bu önemli bir nokta ve bir saatlik “gereksiz” bir ödevin, 45 dakikalık “iyi” bir ödevden daha az etkili olduğuna dair genel görüşü destekliyor. Ancak ödevin amaçlarının neler olduğunu tam olarak anlarsak, ne kadar ödev verilmesi gerektiğini de doğru bir şekilde belirleyebiliriz. Bu konuda araştırmacılar arasında pek çok anlaşmazlık yaşanıyor: Bazıları ödevin amacının yeni bilgiyi pekiştirmek ve test puanlarını artırmak olduğunu söylerken, bazıları da ödevin amacının öğrencilerin becerilerini geliştirmek olduğunu belirtiyor.

Gerçek şu ki, öğretmenler farklı amaçlarla ödev veriyorlar. Dolayısıyla en ideal ödev süresini belirlemek her duruma uygulanabilir bir şey değil. Örneğin konu matematik olduğunda ödev genellikle belirli bir sürecin – denklem çözmek gibi – tekrarını ve pratiğini yapmaktan oluşuyor. Oysa diğer konularda daha çok bir kavrama odaklanma söz konusu olabiliyor. Örneğin tarihsel bir konunun belirli bir yönünü derinlemesine araştırmak gibi.

Ödev Üzerinde Etkisi Olan Faktörler

İdeal bir ödev miktarı olduğunu kabul etsek bile bu konuda dikkate alınması gereken sayısız başka faktör bulunuyor: Ödevin hangi konuda olduğu, okul gününün uzunluğu, öğrencinin sosyo-ekonomik durumu, yaşı, cinsiyeti ve ait olduğu kültür gibi. Dikkate alınması gereken bu kadar çok faktör varken, hem eşitliği hem de mükemmelliği sağlamak oldukça zor. Ve ideal bir ödev miktarını herkes için genellemek neredeyse imkansız.

Örneğin, orta sınıftan gelen aileler çocuklarını ödev konusunda daha fazla destekleyebiliyor ya da onlar için özel öğretmen tutabiliyorlar. Bu da, zaten dezavantajlı durumda olan düşük gelirli ailelerin çocuklarının daha da dezavantajlı bir duruma gelmelerine sebep oluyor, çünkü bu çocuklar evde çok daha az akademik destek görüyorlar.

Çocuklar arasındaki kültürel farklılıklar da belirleyici bir faktör. Sadece aile perspektifinden değil, toplumun beklentileri açısından da. Örneğin Çin’deki ve İngiltere’deki çocuklar, kendilerine verilen ödevlerin miktarı konusunda birbirinden çok farkı beklentilere ve deneyimlere sahipler. Gelelim cinsiyete… Uzun bir süredir kız öğrencilerin okulda erkek öğrencilerden daha başarılı olduklarını biliyoruz. Bu durum ödev için de söz konusu. Bu yüzden, “13 yaşındaki bütün öğrencilere günde bir saatten daha fazla ödev verilmemesi gerekiyor” gibi bir genelleme yapmak oldukça zor. Her çocuğun zaman içinde değişebilecek kendine özgü bireysel ihtiyaçları var. Bir süredir sınıfta bireyselleştirilmiş öğrenme üzerine çeşitli tartışmalar yapılsa da ödev yoluyla bireyselleştirilmiş öğrenmeden fazla bahsedilmiyor. Günde bir saat ödev bazı öğrenciler için bazı durumlarda ideal ödev süresi olabilir, ancak bu konuda her çocuğun ihtiyacının farklı olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor.

KAYNAK: EĞİTİMPEDİA

Öğretme şeklini değiştirmezsek, başımız belada olabilir. Çünkü öğretme şeklimiz, öğrettiklerimiz 200 yıl öncesinden kalma. Çocuklarımıza makinelerle rekabet etmeyi öğretemeyiz. Onlar daha akıllılar. Değer, inanç, bağımsız düşünme, ekip çalışması, başkalarına değer vermek…Bunlar insani becerilerdir. Bilgi size bunları öğretmez. Öğrettiklerimiz, makinelerden daha farklı olmalı.” Bu sözler e-ticaret alanında faaliyet gösteren Alibaba Group’un kurucusu, başkanı ve aynı zamanda da bir eski bir eğitimci olan dünyanın sayılı zenginlerinden Jack Ma‘ya ait. Ama bu sözleri değerli yapan onun milyar dolarlık servetinin çok daha ötesine geçen meziyetleri; yılmazlık, hayalperestlik ve hayırseverlik.

Jack Ma’nın Sıra Dışı Karakteri

O yüzden bu cümlelerin içindeki öngörülü çıkarımları değerlendirmeden evvel Ma’nın nasıl bir hayat yolculuğundan geçerek bu sözleri sarfettiğini görmekte fayda var. Orta halli müzisyen bir ailenin ortanca çocuğu olarak 1964 yılında dünyaya gelen Ma, daha 12 yaşındayken İngilizce öğretmeye duyduğu merak sebebiyle 8 yıl süresince turistlere ücretsiz rehberlik yapmış. Bu deneyim, onun öğrenmeye ve öğretmeye duyduğu aşkın da göstergesi. Çünkü bu hizmetten para almaması bir yana dursun turistlerin olduğu yere ulaşmak için her gün kilometrelerce bisiklet sürmeyi sorun etmemiş. Beklendiği üzere bu tutku onu okul çatısı altında eğitim almaya yönlendirmiş. Beklenmeyen ise Ma’nın dört sene boyunca üniversiteye giriş sınavını kazanamaması ve bu sürecin sonunda Hangzhou Öğretmen Enstitüsü’ne girmeyi başarabilmesi olmuş. Buraya kadar ilerleyen hikâye -küçük yaştaki deneyimler, sınav başarısızlıkları- nadir de olsa bazılarımızın yaşantısı için hala tanıdık olabilir. Fakat Ma’nın üniversite döneminde ve sonrasında başvurduğu 30 kadar farklı işin hepsinden red cevabı alması ve denemeyi bırakmaması oldukça sıradışı. Hatta kendisi bu süreçte KFC fast food zincirine yaptığı başvuruyu şu trajikomik sözlerle dile getiriyor: “24 başvurudan 23’nün kabul edildiği mülakat sürecinde bir kişiyi kabul etmediler; beni.” Başarısız olsa da asla yenilmemiş Ma. “Hayır”lar, “evet”lere dönüşene dek beklemiş, dönüşmediğinde ise kendisi için yeni “evet” alanları yaratmış. Harvard Üniversitesi’ne yaptığı dokuz başvurunun hiç birisinin olumlu sonuçlanmamış olmasına rağmen, onuncuya tekrar başvurması da bu motivasyonun eseri gibi görünüyor.

Hayatının dönüm noktası ise 31 yaşında, Amerika’ya yaptığı ziyaret esnasında internetle tanışması olmuş. Ma, döndüğünde internet ile ilgili bir şeyler yapmaya karar vermiş. O dönemde Çin’de bulunan bilgisayarların az sayıda ve pahalı olduğu gerçeği onu yıldırmamış, birçok kişinin vazgeçeceği bir yerden, “Demek ki Çin’in internetle tanışma vakti geldi” diyerek başlamış. 17 arkadaşını internet üzerinden e-yatırım yapmaya ikna ettikten sonra, Jack Ma kod yazma ile ilgili hiçbir bilgisi yokken, Alibaba şirketini kendi evinde kurmuş.

Kendisinin hayatını kısaca anlatan tüm bu sahneler, Ma için başarısızlığın, zafere giden yolda deneyimlenen doğal bir süreç olduğunu ortaya koyuyor. Zira kendisi düştüğü yerden adeta bir hacıyatmaz misali yeniden kalkmış, her zaman yeniden, başka bir yolla, vazgeçmeden denemiş. Hem de bunu yalnızca kendisi için değil, sosyal faydayı da gözeterek yapmış. 2014 yılında, 2.4 milyar dolarlık bağışta bulunarak Jack Ma Foundation’ı kuran Ma ve halk sağlığı alanında çalışmalar yapmaya başlamış. Çok yakın bir zaman önce ise emekli olduktan sonra yeniden öğretmenlik yapacağını şu sözlerle açıklıyor Ma; “Öğretmenliğe geri dönmeyi istiyorum çünkü yaptığım şey beni çok heyecanlandırıyor. Dünya büyük ve ben hala gencim, bu yüzden yeni şeyler denemek istiyorum. Ya yeni rüyaları gerçeğe dönüştürürsem“.

Jack Ma’nin hayatı, umutsuzluk bilmeyen bir hayalperestin gerçek yaşam öyküsü. Jack Ma cesaretini, yenilgi ile kurduğu alışılmamış ilişkiden alıyor; ondan korkmuyor. Başarısını bilgisine değil, bilgiyi işleyiş biçimine borçlu. Bu genellikle okullarda -ne yazık ki- öğrenmediğimiz, fakat öğretilebilir bir meziyet. O sebeple, yazının başında da belirtildiği üzere, Ma’nın bizlere öğüdü entelektüel bilgiye gösterdiğimiz ilgiyi karakter gelişimine de yöneltmemiz ve böylelikle yeni nesli erdemlerini geliştirmeleri için desteklememiz yönünde. Çünkü öğrenciyi bir bütün olarak görüp, aklı ve kalbi eş zamanlı eğiten bir metodoloji yalnızca daha huzurlu bir nesil yaratmaz, buna ek olarak Ma gibi nice öğrencilerin eğitim kurumlarının kapısından döndürülmediği bir eğitim sistemi kurgular. Özellikle de yapay zekâ ile ilgili karamsar senaryolar bombardımanına tutulduğumuz bugünlerde, yeni jenerasyonunun “insani” özelliklerini besleyerek onları makinalardan ayrıştırmayı salık veren bu sözlere kulak vermemiz önemli. Dolayısıyla çok gecikmeden, her daim akıllarını kullanmalarını öğütlediğimiz yeni kuşağın, hiçbir makinada bulunmayan yönlerini, yani kalplerini kullanabilmeleri için ortam hazırlamalıyız. Zira, Ma’nın dediği gibi, yarına kalabilenler ikisini de kullanabilenler olacak; bunu başaranlar ise hem kendisine hem çevresine fayda sağlayacak.

KAYNAK: EĞİTİMPEDİA

Uzaktan Eğitimde Odaklanma Sorunu Yaşayan Çocuklar İçin Öneriler

Fotoğraf: Ronnie Kaufman

Christina Lau Billings uzaktan eğitim gören 11 yaşındaki oğlu için bir öğrenme ortamı oluşturdu: Sessiz bir yer, bir masa ve bir pilates topu.

“Bir Zoom dersi sırasında kamera karşısına geçmek zorunda olmadığında, pilates topuna geçip biraz zıplıyor,” diye anlatıyor Billings. “Online derslerine odaklanabilmesine çok yardımcı olduğunu düşünüyorum.” Öğretmen Jessica Gerson ise ders sırasında, içi unla doldurulmuş balonları sıkarak odaklanmalarını artıran öğrencilerinden bahsediyor.

Billings ve Gerson aslında ergoterapist ve nöropsikologların “duyusal diyet” dedikleri şeyi kullanıyorlar. Bunlar, duygusal düzenleme, öğrenme ve hafızaya yardımcı olmak için çocuğun duyularını kullanan teknikler. Terapistler, bir çocuğun kendi kendini sakinleştirme ve odaklanma becerisini geliştirmeye çalışırken genellikle duyusal diyete başvuruyorlar. Ve bu, şu anda birçok çocuğun yaşadığı bir sorun.

Bir danışman ve oyun terapisti olan Tracy Turner-Bumberry, “Çocukların rutinlerinde çok fazla değişiklik oldu: Okullar, maske takma, arkadaşları görmenin azalması. Buna bir de uzaktan eğitimin yarattığı stres unsurlarını ekleyin: Aniden giden bir internet bağlantısı ya da kardeşlerin veya ebeveynlerin çıkardığı gürültüler. Çocuklar duyusal anlamda aşırı bir yük altında olabilirler,” diyor. “Bu, sinir krizlerine, agresyona, ağlamalara ve daha fazlasına yol açabilir. Kişiselleştirilmiş, sakinleştirici bir duyusal diyet, çocukların bu aşırı yükünü hafifletmeye ve kendi kendilerini yatıştırmalarını sağlamaya yardımcı olabilir.”

Billings ve Gerson’un keşfettiği gibi doğru bir duyusal girdi, öğretmen fiziksel olarak orada olmasa bile çocukların çalışmalarını yapmaya odaklanmalarına yardımcı olma konusunda büyük bir fark yaratabilir. İşin püf noktası, çocuğunuzun belirli dikkat dağıtıcı davranışı için doğru egzersizi bulmaktır.

Beyinde neler oluyor?

Hepimiz her gün dünyayı anlamamıza ve onunla etkileşime geçmemize yardımcı olması için duyusal girdi kullanıyoruz. Pediatrik nöropsikolog Marie Briody, “Duyularımız aracılığıyla bilgiyi alıyoruz ve bu, çevremizi anlamamızı sağlıyor,” diyor. Bu girdi, vücudumuzun duyu sistemleri tarafından alınıyor: İşitsel (ses), görsel (görüntü), oral (tat ve doku), koku alma duyuysuna ait (koku), dokunsal (dokunma), propriyoseptif (kas ve eklem farkındalığı) ve vestibüler (hareket). Duyusal girdi buradan, her şeyi bir mesaj olarak yorumlayan beyne gidiyor.

Bu mesajlar, yoldan geçen bir ambulansın siren sesleri ya da etrafa yayılan kötü bir koku gibi uyarılar olabilir. Briody, “Savaş ya da kaç tepkimiz olan sempatik sinir sistemi, vücudumuzda adrenalin hormonu akışına sebep olur. Kalp atış hızımız ve solunumumuz değiştiği için kendimizi rahatsız hissederiz,” diye anlatıyor.

Ancak farklı türde duyusal girdilerle durum bunun tam tersi olabilir. Dalgaların sesini dinlemek ya da yumuşak tüylü bir köpeği okşamak gibi keyif veren bir duyusal girdi, dinlenme ve enerjiyi koruma emri veren parasempatik sinir sistemini harekete geçirebilir. Başka bir deyişle, insanların sakin kalmasına yardımcı olur.

Bilim insanları, olumlu duyusal girdinin çocuklara neden bu kadar iyi geldiğini tam olarak açıklayamıyorlar. Bazı araştırmalar, bunun frontal limbik sistemde (duygusal öğrenme ve hafızanın çocuklarda halen gelişmekte olduğu alan) mikroskobik beyin değişikliklerine yol açabileceğini öne sürüyor.

Çocuğunuz için doğru olanı bulmak

Çocuğunuz okul çalışmalarının başına oturmadan önce ya da endişeli veya sinirli olduğunda bu tekniklerden bazılarını kullanmak büyük bir fark yaratabilir. Ancak her teknik her çocuk için işe yaramaz.

Ergoterapist Judy Tran, “Her çocuğun beyni farklıdır,” diyor. “Bu yüzden her zaman ebeveynlerden çocuklarının doğal olarak çekildiği şeyleri bulmaya çalışmalarını istiyorum. “

İşte çocuğunuzun, en yaygın görülen odaklanamama davranışlardan bazılarıyla başa çıkmasına yardımcı olabilecek fikirler.

#1: Kıpır kıpır olmak ya da hareketsiz oturamamak

Duyusal ipucu: Elleri kenetleyip ileri itip çekmek, direnç bantlarını iki yana çekmek, ayakları sabit bir nesneye bastırarak itmek, sımsıkı kucaklamak.

Neden işe yarıyor: Bu egzersizlerin tümü, kaslarda ve eklemlerdeki duyusal reseptörleri etkileyen “propriyoseptif girdi” sağlar. “Çocuklara portakal suyu sıkmak için ellerinin arasına bir portakal sıkıyormuş gibi yapmalarını söylüyorum “diyor Tran. Bu teknikler kasları yorar ve bu sayede sakinlik hissi verir. Çocukların kendilerini daha topraklanmış ve yere kök salmış hissetmelerine yardımcı olur.

#2: Hayal kırıklığı yaşamak ve sinirlenmek

Duyusal ipucu: Bir döner sandalyede yavaşça dönmek, oturmak, bir pilates topu üzerinde hafif hafif zıplamak ya da sallanmak, baş aşağı sallanmak (kafayı kanepenin kenarından aşağı sarkıtmak gibi).

Neden işe yarıyor: Bu aktiviteler, bize hareket duygumuzu veren vestibüler sisteme odaklanır. Bir çocuk sallandığında, kendi etrafında döndüğünde, çılgınca hareketler yaptığında ya da baş aşağı olduğunda harekete geçen iç kulaktaki sıvının hareketiyle uyarılır.

“Genel olarak, daha yavaş hareketler daha sakinleştiricidir” diyor Tran. Bu aktivitelerin çocukların enerjilerini ve gerginliklerini atmasına da yardımcı olduğunu söyleyen Tran, sakinleştirici etkisinin ise sekiz saate kadar sürebileceğini ekliyor.

#3: Ekrana ya da kağıda odaklanma eksikliği

Duyusal ipucu: Kep şapka ya da kapüşon takmak, hafif renkli güneş gözlüğü takmak, ekranın parlaklığını azaltmak, daha fazla doğal ışık kullanmak.

Neden işe yarıyor: Bu çocuk çok fazla görsel girdi alıyor olabilir ve online dersler bu durumu daha da kötüleştiriyor olabilir. “İki ellerini de kaşlarının üzerine koyup odaklanmak için kalkan oluşturabilirler,” diyor Tran. “Ya da bazı çocuklar gözleri kağıda daha yakın olsun diye başlarını aşağı eğip yana doğru yatırabilirler.”

Parlaklığı azaltmak, etrafı düzenlemek ya da dikkat dağıtan dekoratif unsurları çalışma alanından kaldırmak görsel uyarımı azaltmaya yardımcı olabilir. “Dağınıklığı ortadan kaldırmanın odaklanmanıza yardımcı olmasının bir nedeni var,” diyor Tran.

 

#4: Odaklanmakta bocalarken dudaklarını ya da tırnaklarını yemek

Duyusal ipucu: Sakız gibi çiğnemeyi gerektiren yiyecekler ya da fındık, elma veya havuç gibi kıtır yiyecekler atıştırmak, pipet ile bir şeyler içmek, ekşi veya baharatlı yiyecekler yemek.

Neden işe yarıyor: “Bu çocuklar ağız kasları için ekstra uyarı ihtiyacı duyarlar,” diyor Tran. Bunu yaptıklarında odaklanabilirler.

#5: En ufak bir seste odaklanmayı kaybetmek

Duyusal ipucu: Sessiz bir odaya geçmek, dış sesleri önleyen kulaklıklar takmak, sakin müzik dinlemek.

Neden işe yarıyor: Bu çocuklar işitsel girdiye karşı ekstra hassastırlar. Bazen kulaklarını elleriyle kısmen kapatabilir ya da etraftaki sesleri bastırmak için kendi kendilerine şarkı söyleyebilir ya da mırıldanabilirler. “Odaklanmaya çalışıyor olabilirler” diyor Tran. Tüm bunlar işitsel girdiyi azaltır, böylece çalışmalarına geri dönebilirler.

Kaynak: https://www.nationalgeographic.com/family/2020/09/tricks-to-calm-kid-fidgeters-wigglers-fingernail-biters-coronavirus/?